Bahadır YENİŞEHİRLİOĞLU
Bir gün karakola çağrıldı Cihan. Hiçbir şüphe duymadan gitti. Ya da bize belli etmemişti. “Yemeğe yetişirim” demişti ama annem huzursuzdu. Bu gidişin üzerinden tam yetmiş gün geçmişti ama hâlâ bir haber alamamıştık.
12 Eylül dönemiydi, kimse ne olduğunu bilemiyor, evladından nasıl haber alacağını kestiremiyordu. Yasaktı, hepsi o kadar. Binlerce aile gibi biz de bir o yana bir bu yana çırpınıp duruyorduk canlarımız için.
Yetmiş günden sonra gelmişti haber. Cihan, Eskişehir’in vicdansız bir karakolunda insanlığından çıkmış vaziyetteydi.
Çığırından çıkmış bir tsunami gelip her şeyi talan ettiğinde can kurtarma derdine düşer insanlar, başka hiçbir şey akıllarına gelmez. Öfkesini alıp geldiği yere geri çekildiğinde sular, o zaman anlarsınız enkazın büyüklüğünü. Aynen buydu yaşadıklarımız.
Zor zamanlardaydık.
Bazı acılar parçaları toplanmayacak kadar dağıtır ve savurur dört bir yana. Benim durumum aynen böyleydi. Geceye yatmak, gecenin sahibinin sırlarına sarılmak, sorgusuz sualsiz teslim olmak istiyordum. Devlet Ana, kayıp hayatların şah damarına sokuluyor, kesip atıyordu evlatlarını. Sofralarımızı darmadağınık hale getirenlerden hesap bile soramadık, sustuk. Öyle buhranlı bir dönemdeydik ki toplumun işin aslını düşünecek zamanı yoktu. İnsanların gerçeğin peşine düşmesini beklemek beyhude bir çırpınış oluyordu.