Kuzeyin çöllerinden güneyin ormanlarına

Abdullah KİBRİTÇİ

(ekim 2015 – sayı 1)

Haritada gördüğün şu iki şehir arasında büyük ve ıssız bir çöl vardır. Unları satabilmek için kamyonları işte bu çölden geçirip şehre ulaştırmamız gerekiyordu. Yolculuğa abime yardım etmek için çıkmıştım ve henüz 16 yaşındaydım. Bizden başka bir kamyon daha vardı, o da bizim gibi un taşıyor hemen peşimizden geliyordu, abimin arkadaşıydı. Çölün ortasında bir yerde aracımız aniden bozuldu. Abim elinden gelen her şeyi yapmış ancak aracı tekrar hareket ettirememişti. Arkadaşının kamyonuyla yolculuğa devam edecek, şehre gidecek ve tamirci bulup başka bir araçla geri dönecekti, en fazla iki gün sürerdi, o vakte kadar bozulan aracımızın başında bekleyebilir miydim?

Aracın deposunda 400 litre su vardı. Gerçi yiyecek bir şey yoktu ancak araç un doluydu. Hem iki gün bir şey değildi. Biraz düşünüp kabul ettim. İki gün hızla geçti ancak abim gelmedi. Geç kalmıştı, herhalde bir ya da iki güne gelirdi. Sonraki günlerde her gün abimin gelmesini bekledim ama bir türlü gelmedi. Çöldeki yalnızlığım 10 günü bulmuştu ve artık sıkılmaya başlıyordum. Kafam karışıyor, aklıma bir sürü garip düşünceler geliyordu. Gündüzleri güneşten korunmak için kamyonun altına giriyor geceleri tepesine çıkıp yatıyordum. Her gece abimin ertesi sabah geleceğini ümit ediyor sabırsızlıkla bekliyordum. Günler geçip gidiyordu. 25 gün olmuştu. İşin kötüsü depodaki suyu bilinçsizce harcamış yıkanmak ve abdest almak için defalarca kullanmıştım. Depoyu kontrol ettim 30 litre kadar su vardı. Korkmuştum. Artık sadece içmek ve yemek için su kullanacaktım. O akşam elimdeki su bana kaç gün daha yeter diye bir hesap yaptım ve abim gelmezse susuzluktan öleceğim tarihi tespit ettim. Su azaldıkça ölüme yaklaşmak ve ölüme doğru adım adım gitmek beni korkutuyordu. Gündüzleri etrafta yürümeye başlamıştım, kamyonu görebileceğim mesafeye kadar gidiyor sonra geri geliyordum.

Bağıra çağıra şarkılar söylüyor kendimi yormaya çalışıyordum. Çünkü hava karardığı zaman güçsüz düşüp hemen uyumak istiyordum. Gece olduğu zaman aklım karışıyor, zihnim karanlık düşüncelerin istilasına uğruyordu. Çıldırmak üzereydim. Artık suyu sadece günde bir defa yemek yapmak için kullanıyordum. İlk günden beri tek yemeğim suyla karıştırdığım undan ibaretti. Uzun, çıldırtıcı günlere her gün bir yenisi ekleniyordu. 40 gün olmuştu. Artık abimden ümidi kesmiştim. Elimde kalan su bir kaç gün daha yaşamama yetecek kadardı. Ölmek düşüncesi tüm benliğimi sarmıştı.

Bunları bana rehberimiz Ahmet Fadıl anlatıyordu. Bir aracın arka koltuğunda günlerdir seyahat ediyorduk. Uzun uzun konuşuyor yoruldukça uykuya dalıyorduk. Ahmet’e başından geçenleri en küçük ayrıntısına kadar anlattırıyor ve sürekli notlar alıyordum. Anlattıkça o günleri tekrar yaşıyor ve heyecanlanıyordu. Ben ise çoktan hayal aleminin derinliklerine sürüklenmiştim. Kendimi çölde bir kamyonun üzerinde yıldızları izlerken hayal ediyor ve ürperiyordum. İsterseniz size her şeyi en baştan anlatayım. Benim hikâyemin başladığı güne dönelim, yolculuğumun başladığı ilk güne… Ahmet Fadıl’ın hikâyesine tekrar döneriz.

Tozlu bir gündü, inanılmayacak kadar tozlu. Güneş ve tozdan şehrin rengi sarıya çalıyor, sokaklar, caddeler ve evler sarı bir sis denizinin içinde adeta kayboluyordu. Toz bulutunu dağıtarak ilerleyen aracımız yol kenarında bir marketin önünde durdu. Yolculuk için hazırlık yapmak yanımıza biraz buz ve içecek almak istiyorduk. Durduğumuz yerde bir adamı tezgâhının başında misvak satarken gördüm. Sakin adımlarla gelip geçen insanlar, yol kenarında akan lağım, terlikler, tozlu ayaklar, baygın bakışlar… Havada yapışkan bir sıcak vardı ve kimsenin misvak alası yoktu. Misvak satan adam yerinden kalkıp oturmam için taburesini işaret etti. Bir gölge bulduğuma sevinmiştim, memnuniyetle tezgâhın başına kuruldum. Yol kenarı tezgâhlarla doluydu ve bu tezgâhlarda iğneden ipliğe her şey vardı. Bidonla benzin satan adam aynı zamanda ilaç da satıyordu. Sabun, sakız, terlik satan kadının tezgâhında ekmek de vardı. Bana taburesini veren adamın tezgâhında ise sadece misvak vardı. Yaptığı iyiliğe karşılık vermem gerekiyordu. Semt pazarındaki pazarcılar gibi bağırıp çağırmak ve misvak satmak istiyordum. Çok geçmeden etrafımda küçük bir kalabalık oluşmaya başladı. Birazdan Çad’ın başkenti Encemine’den güneye doğru uzun bir yolculuğa çıkaktık ve ben yabancısı olduğum bu ülkede yol kenarında tanımadığım birinin tezgâhında misvak satmaya çalışıyordum.

Yaptığım işin hakkını vermiş, mola süresince birkaç kişiye misvak satmıştım. Etrafımda toplanan meraklı kalabalık benim gözümde potansiyel müşterilerdi. Ben de onların gözünde muhtemelen şaklabanın tekiydim. Ama piyasaya hareket getirdiğim inkâr edilemezdi. Baygın gözlerle geçip giden ve tezgâhın tarafına bile bakmayan insanlar şimdi kimi zaman gülerek, kimi zaman söylediklerime mukabele ederek benimle eğleniyorlardı. Onları kafama takacak değildim, amacım misvak satmaktı ve ben bunu başarmıştım. Bundan en çok tezgâhın sahibi memnundu. Akşam evine gittiğinde çocuklarına anlatacak bir hikâyesi olmuştu. Beyaz bir adam gelmiş, kendi malı gibi tezgâhın başına geçmiş ve misvaklarını satmıştı. Ne hikâyeydi ama! Hikâyeyi dinleyen çocuklar hiç görmedikleri beni hayal etmeye çalışacaklardı. Babalarının dizinin dibinde yarım düzine çocuk ağızlarını açmış dinliyorlardı. Saçları mı nasıldı? Babaları saçlarımı tarif ederken çocuklar kıkırdıyordu. Olacakları biliyordum. Orada durup tanımadığım ve görmediğim o çocukları özledim. Tozlu ve sıcak bir gündü. Sabahın erken saatlerinde başlayan yolculuğumuz gün boyu sürecek, ilk varış noktamız Mondu’ya akşam vakti ulaşacak, geceyi orada geçirdikten sonra ertesi gün yola devam edecektik. Alışveriş yapıp yola koyulduk. Yollar toprak ve bozuktu. Bazen o kadar kötüleşiyordu ki yoldan çıkıp bir süre tarlalardan gitmek zorunda kalıyorduk. Güneye gittikçe yeşillik artıyor kuzeyin çöl iklimi geride kalıyordu. Kasabalar ve köylerden geçtik. Yolun her iki yanında evler görüyordum, çamurdan yapılmış küçük evler. Bir kaç kişi uzanıp yatsa adım atacak yer kalmayacak kadar küçük, çatısı çalı çırpıyla kaplanmış çamurdan yapılmış evler.

Bir keresinde bu evlerden birine davet edilmiştim. Yaşlı bir kadın İHH’nın köylerine açtığı su kuyusundan su çekip peşinden gelmem için işaret etti. Evde kendisinden başka kimse yaşamıyordu. Zaten ikinci bir insanın sığması mümkün değildi. Eğilerek girip bir tabureye oturdum. Daha önce duymadığım bir dilde bir sürü şey söyledi. O an söylediği her şeyi anladığımı hissettim. Bir keçisi vardı, bir kaç tane de tavuğu. Bu yaşlı haliyle her gün su çekip getirmek zorundaydı. Gençliğinde su çekmek için kilometrelerce yürüdükleri olurdu ama artık yaşlı bir kadındı ve zorlanıyordu. Sağdığı sütün bir kısmını darıyla takas ediyordu. Bu bidonlarda gördüğüm şeyler ekşitilmiş keçi sütü ve darı karışımından yapılmıştı. İstersem tadına bakabilirdim, çekinmeme gerek yoktu. Nasıldı, beğenmiş miydim? İşte bütün yemeği buydu. Günler aylar boyunca sadece süt, darı ve yumurta yemişti. Allah’tan suları vardı. Bu güne kadar nice köyler görmüştü, kuyuları kuruduğu için dağılıp yok olan. Su hayattı. Su olduğu müddetçe köy varlığını sürdürecekti. Yaşlı haliyle başka bir yere göçmeye, su peşinde günlerce yürümeye takati yoktu. Kuyularının durumunu kontrol etmek için geldiğimiz iyi olmuştu. Keşke ikram edecek bir şeyleri olsaydı, kusura bakmamalıydım, çok üzgündü. Buradan sonra nereye gidecektim? Yolum açık olsundu. Bu yaşına kadar şehri hiç görmemişti. Bu küçük köyde kimsesiz ölüp gidecekti.

Oturup sessizce dinledim ve eşyalarını inceledim. Onu anlamak için dilini bilmeme gerek yoktu. Bütün eşyası küçük bir çuvala sığacak kadardı. Onu orada bırakıp arkadaşlarımın yanına döndüm. Yola devam etmemiz gerekiyordu. Çad’ı bir uçtan bir uca görecek, kuzeyden güneye binlerce kilometre yol gidecektik.

Ülkenin kuzeyi çöllerden ibaret ve Müslümanlar bu bölgede yaşıyor. Güney ise yemyeşil ormanlarla dolu ve buraya Hristiyanlar yerleşmiş. Gün boyu başkent Encemine’den Mondu’ya doğru sürdük. Yol boyunca rehberimiz Ahmet Fadıl’a sorular sordum, ardı arkası kesilmez usandıran sorular. Daha şimdiden elimdeki not defterinin yarısı dolmuştu. Şoförümüz Mansur’un aslında savcı olduğunu öğrendiğimde şaşırdım. Bu yolculukta hem bürokratik engelleri aşmamıza yardımcı oluyor hem de şoförlüğümüzü yapıyordu. Bir kontrol noktasında sıkıntı mı çıktı, Mansur’u hemen araçtan inmiş ve enfes Fransızcasıyla ahenkli konuşurken görürdünüz. Bu topraklarda Fransızca konuşmak üstünlük sebebiydi ve Müslümanlardan çok Hıristiyanlar kullanıyordu. Bizimle beraber yolculuğa katılan diğer arkadaşlar zorda kalmadıkça Fransızca konuşmaz, soru Fransızca sorulsa bile yerel dillerinde cevap verirlerdi. Bu aynı zamanda “ben Müslümanım ve köleliği kabul etmiyorum” demekti. Ama Mansur Fransızcayı bize engel çıkartan asker, polis ve bürokratlar üzerinde bir işkence aleti gibi kullanıyordu. O Fransızca konuşurken muhatabın yavaş yavaş eridiğini, biraz önce bağırıp çağıran adamların bu ahenkli seda karşısında mahcup bir edayla yok olduğunu, ağızdan çıkan her kelimeyle kemiklerinin kırıldığını izlemek zevkliydi. Mansur’un bize hizmeti büyüktü. Mola için durduğumuz bir vakit ona “Hazreti Mansur” diye seslendim, peşine de ekledim “Radiyallahu anh”. Bu arkadaşlarının hoşuna gitmiş herkesi bir süre güldürmüştü. O vakitten sonra Mansur’un ismi ne zaman geçecek olsa herkes “Radiyallahu anh” demeye başladı.

Çad’da ne arıyorduk, neden böyle bir yolculuğa çıkmıştık? Çünkü ülkenin güney sınırı mülteci kamplarıyla doluydu. Orta Afrika Cumhuriyeti’nden kaçan Müslümanlar Çad sınırına sığınmışlardı ve yardıma ihtiyaçları vardı. O günlerde Hristiyan Balaka çeteleri Orta Afrika’da büyük bir katliama girişmiş ve Müslüman avına çıkmışlardı. Binlerce kişi ölmüş yüzbinlerce kişi mülteci konumuna düşmüştü. Ramazan ayıydı, insanlar ilk sahurlarını yapmaya hazırlanıyorlardı ve biz ilk iftarlarından önce onlara ulaşmak için acele ediyorduk. Mülteci kamplarında depoların boşaldığı ve insanların açlıkla mücadele ettiği haberleri geliyordu. Bir kaç kamyon dolusu gıda malzemesini başkentte hazırlamış ve iki gün önce yola çıkartmıştık. Her şey yolunda giderse gıda kamyonlarının ulaştığı vakit biz de kamplarda olacaktık.

Mondu şehrine akşama yakın ulaştık. Burada konaklayıp ertesi gün yola devam edecektik. Karnımızı doyurmak için bir şeyler ararken küçük bir bakkala rastladık. Kamplarda karşılaştığımız çocuklara vermek için şeker, çikolata, balon gibi şeyler almak istiyorduk. Biraz sonra masanın üzeri çikolata, bisküvi ve şeker kolileriyle doluydu. Var olanların hepsini almıştık, arkadaşlar kendi ihtiyaçları için de alışveriş yapınca bakkalın yarısı boşalmıştı. Bakkalın sahibi oldukça keyifliydi, ağzında misvakla raflara koşturuyor, ne istenirse getiriyordu. Her gün olduğu gibi bugün de bir kaç şey satıp evine dönecekti. Neredeyse dükkânı kapatmak üzereydi. Binlerce kilometre öteden gelen yabancılar ne var ne yoksa alıp götürüyorlardı. Buralara yabancıların geldiği görülmüş şey değildi. Gözlerinin içi parlıyordu, iyi bir akşamdı. Biz gitmek üzere hazırlanırken genç bakkal ağzında misvakla gülümsüyordu. Boynumdaki fotoğraf makinesine davranıp o anı kaydettim. Mondu’da hava kararmak üzereydi. Kalacak bir yer bulmak için yola çıktık.