Melih TUĞTAĞ
(Ekim 2015 – Sayı 1)
Bir bayram günü, maaile dayımlarda toplanmıştık. Kılıç kalkan sesleri, löp löp etler, şıp şıp yağlar, çıtır çıtır baklavalar, traşlı yüzler, limon kolonyaları ve mahşeri bir kalabalık vardı. Tam on sekiz kişiydik.
Bu on sekiz kişinin içinde Ercan abi de vardı. Ercan abi, feleğin çemberinden geçmiş, tekstille uğraşan, pazarcılık yapan iyi bir abimizdir. Toplumun nabzını tutmayı, şehir efsanelerini, bilimsel tevatürleri iyi bilir. Bahsi geçen on sekiz kişinin içinde doktor kuzenim ve elbette bu fakir de vardı. Ben o sıralar hala çoğu İ.T.Ü.’lü mühendislik öğrencisi gibi yeterince kıllı, yeterince sakallı, yeterince göbekli ve olabildiğince bölümümle alakalıydım. Jeofizik Mühendisliği öğrencilerinin çoğu ya petrol arama üzerine uzmanlaşmak ister, ya da deprem üzerine çalışmak. Ben deprem araştırmalarına daha yakındım.
Aile samimiyetindeki sohbetlerde konunun başladığı yer ile bittiği yer arasındaki kot farkı akıl almaz seviyededir. Konu A’dan başlar, önce M’ye gider, C’ye döner, J ve Ğ’ye bile uğrar, havada üç beş takla attıktan sonra Z’de biter.
O gün de konular bu çeşit bir güzergâhta seyretmişti. Konunun moderatörü, sunucusu ve yorumcusu ekseriyetle Ercan abi oluyordu. Her zamanki gibi her mevzunun hâkimi, her konunun eksperiydi. Öncelikle hastalıklarla alakalı bir konuda doktor kuzenimi susturdu. Ercan abiye göre doktorların hepsi yanlış biliyordu. Onlar halkı ancak hasta ediyorlardı. Zaten hastalıkları da yanlış teşhis ediyorlardı. Fakat hakikate Ercan abi ulaşmıştı. Hipokrat abdesthane çıkışında ancak ona havlu tutardı. İbn-i Sina ise çırağı olabilirdi belki.
Sonra laf nerden geldiyse depreme geldi. Bu sefer de beni susturdu ve halkı deprem, deprem oluşumu, sebepleri, etkileri ve korunma yollarıyla ilgili irşad etti. Çünkü Ercan abiye göre bilim adamları da hep yanlış biliyorlardı. Onların pazarda bir Abbas abi vardı “Japonlar depremi üç ay önceden saniyesine kadar tespit edebilen bir alet yapmış ama sadece Türkiye’den gizliyormuş” demişti. Abbas abi çok kral, çok mert adam olduğundan yalan söyleyecek hali yoktu ya. Zaten depremlerin çoğu da yalanmış. Amerika bombayla yapıyormuş. Bunu da Hayrettin abi söylemiş. O da tahmin edeceğiniz üzere çok kral bir adamdı. Bilim adamları ise adam bile değildi aslında.
Hele bir de konu siyasete geldiğinde coşku artıyor, Ercan abiyi dinlerken adeta Meksika dalgası yapıyorduk. Herkesin duymak istediği şeyleri bir uzman edasıyla söylüyor, sövülmesi istenenlere sövüyor, tüm gazı boşaltıyordu.
Toplumun nabzını yakalayan, onların duymak istediklerini söyleyen, ilgiyi üzerinde toplamış bir Ercan abi, medyada on kanaat önderi gücündedir. Yaklaşık üç saat boyunca sözü kanun hükmünde olan bir fikri lider olarak, sosyal sorumluluk kapsamında olmayan ilminin zekâtını verdi bize. Hepimiz de far görmüş tavşan gibi ona odaklandık. Hipnozlu gibiydik. O gittikten sonra kendimize geldiğimizde anlattıkları hakkında hiçbir şey hatırlamıyorduk. Hayatımıza sesli bir şekilde girip, sessizce ve hiç o anlar yaşanmamış gibi bir sonraki bayramda görüşmek üzere hayatımızdan çıktı. O an yürüyün savaşa gidiyoruz dese, belki giderdik. Ama o gittikten sonra hiçbir şey hatırlamıyorduk.
Şimdi bu adam neden bayramlık ağzını açtı diye merak ediyorsunuzdur. Hemen söyleyeyim: Epeydir Levent Üzümcü, Orhan Aydın, Barış Atay, Mehmet Ali Alabora, Sermiyan Midyat gibi üçüncü sınıf dizi oyunculuğundan kanaat önderliğine yatay geçiş yapan insanların durumunu düşünüyorum. Son iki üç senedir daha belirgin olan bu tiplerin bir anda ortaya çıkması imkânsız. Bu tip anomalilerin halkta da bir karşılığı olmalı ki, bu adamlar ortaya çıkabilsin. Çünkü insan tipleri piramit gibidir. Meşhur bir örnek en tepede durur, görünürdür, ama aşağı doğru o tipi ayakta tutan, aynı özelliğe sahip, aynı malzemeden yapılmış geniş bir halk kitlesi vardır.
Demem o ki; Levent Üzümcü, Orhan Aydın, Barış Atay, Mehmet Ali Alabora ve Sermiyan Midyat aslında birer Ercan abidir. Ne daha fazlası, ne de daha azı değiller.
Bu saydığım üçüncü sınıf dizi oyuncularının bir anda sözü dinlenen, umursanan kanaat önderlerine dönüşmesinin iki sebebi var:
1- Sahih olana değil de gösterilene/görünene inanma modası
2- Hayvanilik
Bu iki sebebi açmadan önce şunu belirtmeliyim ki; bu beş ismi hedef tahtasına oturtup onlara ateş ediyormuş gibi görünüyorsam yanlış anlıyorsunuz demektir. Daha doğrusu eksik. Sadece bu beş isim değil, bunlar gibi yüzlercesi var hedefimde. Köşe yazarları, akademisyenler, milletvekilleri, şarkıcılar, twitter fenomenleri v.s.
Yani bu beş adam, kendini yalnız hissetmesin, yazdıklarımı şahsi algılamasın. Onlarının türünün geneline kuruldum ben.
Şimdi reklamlar… Şey yani sebepler: Sözlerim sizi doğru ilan ediyorum: Doğrusunuz, doğrusunuz, doğrusunuz
Bu güruhun kanaat önderi haline gelmesi şiddetlenen bir konuşma tekrarının eseri. Öncelikle başka sebeplerle “tanınır” oldular. Kimi geyik yaparak, kimi kötü dizilerde vasat roller oynayarak, kimi etnik kimlik kasarak belli bir kitleye ulaştı. Sonra ufak ufak şeyler söylemeye başladılar. Kimse ne dediklerini önemsemedi. Kimse dönüp de “Ne diyon la sen değişik?” demedi şöyle ağız dolusu. Yanlış bilgi verdiklerinde kimse “hayır doğrusu bu” demedi. Ya da diyenler dinlenmedi. İşte ne olduysa hep bu sebeple oldu. Dediklerine itiraz gelmedikçe söylediklerini, söyleyiş üsluplarını doğru zannetmeye başladılar. Onlar doğruluğuna o kadar inanarak söyledi ki söylediklerini, hitap ettikleri kitle de sorgusuz sualsiz söylenenleri doğru kabul etti.
Bu aşamadan sonra “kanaat önderleri” söyledikleri şeyleri daha yoğun ve daha şiddetli bir şekilde tekrar etmeye başladılar. Zaten yıllardır “Sanatçının topluma karşı olan sorumluluğu” diye bir terane aldı başını gidiyor. Bir de bu umursanmamayı tasdiklenme zannı işin içine girince, binlerce kanaat önderciği çıktı ortaya.
Çok yapılan bir sosyal deney vardır. Üç dört kişi, kalabalık bir caddede kafasını yukarı kaldırıp aynı yere bakarsa, herkes orada bir şey var sanır ve döner oraya bakar. Aslında bu adamların dinlenme sebepleri de buna benzer bir şey.
Küçük ölçekli olarak bilhassa edebiyat dünyasında bunların benzerleri çok var. Sadece bütün arkadaşları şair olduğu için, ya da sürekli şiirden bahsettiği, şiir paylaştığı için, hiç şiir yazmamasına rağmen şair zannedilen çok kişi var. Çünkü mevzu iş değil, algı. Öz değil, görüntü.
Bahsettiğimiz güruhun şu avantajlarının olduğunu da düşündüğümüzde konu biraz daha aydınlanıyor galiba: pazarlama kabiliyeti. Pek çoğunun meslekleri gereği edindikleri sunum/hitap yetenekleri dertlerini güzel anlatmalarını sağlıyor.
yi belagat illüzyondur. İyi belagat afyondur. İyi belagate sahip biri kitlenin nabzını tutar, onların gözlerini boyar, onlara istediklerini verir, onları hükümranlığı altına alır, yanlışı doğru eder. Tıpkı Ercan abi gibi. Tıpkı kaliteli, ama vasat görünüşlü eski ayakkabılara karşı, gelişen teknolojiye rağmen dandikleşen, ama fiyakalı görünen ayakkabıların daha fazla satması gibi.
Hayvanlar gibi konuşmak! Diğer bir sebep daha önce de söylediğim gibi hayvanilik. Çoğu kişi en samimi olduklarıyla, ailesiyle, sesini kimsenin duymayacağına inandığı yerlerde kısıtlı bir topluluğa konuşurken veya aynı görüşte olduğuna emin olduğu kişilerin yanındayken fütursuzca laflar eder, sayar, söver, aklın almayacağı teoriler üretir. Çünkü bu rahatlık hayvani içgüdülerimizle konuşmamıza sebep olur.
Fakat bu kısıtlı özel dairenin dışına çıkınca herkes daha mutedil, daha sakin, daha edepli, daha akla yatkın konuşur. Çünkü beşeri münasebetler ve adab-ı muaşeret kuralları bunu gerektirir. Toplumsal huzur buna bağlıdır. Hayvanilik gider, insaniyet hakim olur.
Bahsi geçen irşad edici, ufuk açıcı, yaraya merhem olma, hak çığlıkları gerekli yerlere duyurma gibi özellikleri olmadığı halde, bir anda üçüncü sınıf dizilerden, kafelerden, pc başından kanaat önderliğine terfi eden tipler, insanların hayâ edip bastırdığı hayvani içgüdülerini topluma aşikar ederek konuşuyorlar.
Onlar insanların duymak istediklerini söylüyor, akıllarına gelince “amaan saçmalama” dediği tezleri ciddi ciddi dile getiriyor, sövemediklerine sövüyorlar. Bu fütursuzluk son zamanlarda herkesin çok hoşuna gidiyor. Bu sayede bir çeşit orgazm yaşıyorlar.
Aslında bu çakma kanaat önderi abiler/ablalar bir nevi Recep İvedik’lik görevi görüyorlar. Galiba şu anda bize düşen hakiki kanaat önderlerini hak ettikleri mertebeye tekrar çıkartmak için, bu tiplerin yaptığı şeye yeni bir isim vermek: Recep İvedik tipi kanaat önderliği.