Türkistan coğrafyasında İslâmlaşmak Hanefî zihniyeti benimsemek demektir. Bir başka ifadeyle Selçukluların Müslüman olduğu zaman diliminde Hanefîliği, İmam Mâtürîdî kemâle erdirir. İslâmlaşma merhalesinin başında Hanefîliğin tesiri ne ise sonunda da Mâtürîdî’nin yeri odur. İmam-ı Azam’ın görüşlerini şerh ederek milletimizin dünya görüşünü sistemleştiren Mâtürîdî, Müslümanlaşma hâdisesinin Hanefîleşme dolayısıyla da Mâtürîdîleşme şeklinde cereyan ettiğini müebbed hâle getirir.
SÖYLEŞİ: YUSUF GENÇ
Geçtiğimiz ayın Cins söyleşisinde, Hz. Peygamber’in vefatından itibaren İslam dünyası ve düşüncesindeki kırılmaları açmaya gayret ettik. Miladi 940’ta vefat eden İmam Mâtürîdî’nin sistemleştirdiği şeyi de dâhil ederek… Sizinle buradan sonrasını ve Selçuklu aklını konuşalım istiyoruz. Oğuzlar Selçuk Bey komutasında 960’da büyük Oğuz kitlelerinden koparak Cend’e indiler. Selçuk Bey, Cend’de bir meclis kurarak İslam’a geçme kararı aldı. Burada İmam Mâtürîdî’nin etkisinden ne düzeyde, nereye kadar söz edebiliriz?
Mütefekkirler devletin tefekkür eden yüzüdür. Entelektüel devlet olarak vasfedebileceğimiz Mâtürîdî de cihadı İslâm’ın şartlarından biri olarak görür. Konya, İstanbul ve Viyana’ya giden yolun kapısını aralar. Düşünce geleneğimizin filizlendiği zamandan günümüze devamlı olarak inanç dünyamızın pusulası, tefekkür âlemimizin merkez noktası olur. Burada İbn Sînâ ile Yûsuf Has Hâcib’in Mâtürîdî’den feyz aldığını hatırlamak yeterlidir. Türkistan coğrafyasında İslâmlaşmak Hanefî zihniyeti benimsemek demektir. Bir başka ifadeyle Selçukluların Müslüman olduğu zaman diliminde Hanefîliği, İmam Mâtürîdî kemâle erdirir. İslâmlaşma merhalesinin başında Hanefîliğin tesiri ne ise sonunda da Mâtürîdî’nin yeri odur. İmam-ı Azam’ın görüşlerini şerh ederek milletimizin dünya görüşünü sistemleştiren Mâtürîdî, Müslümanlaşma hâdisesinin Hanefîleşme dolayısıyla da Mâtürîdîleşme şeklinde cereyan ettiğini müebbed hâle getirir. Bu istikamette hayatını Selçuklu asrında idrâk eden bazı Mâtürîdî şârihlerinin Müslümanlığı tamamen Mâtürîdîliğe ircâ ettiğini biliyoruz. Zamanın dört yol ağzı burasıdır. Manzara Büyük Selçuklularda böyle olduğu gibi Anadolu Selçuklularında da değişmez: Sıkı bir Hanefî olan ve Ebû Hanîfe’yi Kur’ân’ın sırlarıyla kendinden geçen bir velî olarak Selçuklu gündemine getiren Mevlânâ’nın Mâtürîdî’yi de sûfî-mutasavvıf bir çehreye büründürerek aktüel kılması meseleye hâtime çekebilecek vasıftadır. Bu şu demektir: Mâtürîdî Mu’tezile’de kaos hâlini alan akla nizâm verir. İlmi marifet hâline getirir; irfân âlemine istikamet verdiği gibi felsefe âlemine de istikamet verir. O bir taraftan millî kimliğini İslâm’a gömen diğer taraftan da Müslümanlığa millî bir mâhiyet veren milletimizin beyne’l-milel’i olabilecek bir aşamaya ulaşır.
Peki, meselenin Osmanlıya yansıyan yüzü…
Osmanlı asırlarına intikal ettiğimizde filozof-şeyhülislâm Kemâl Paşa-zâde başta olmak üzere Hızır Beg, Hayâlî, Taşköprî-zâde, Kâtip Çelebi ve Hâdimi gibi medrese geleneğini temsil eden isimler de Müslümanlığı Hanefî-Mâtürîdî gelenekle özdeşleştirir. Kâdı-zâde hareketi bile, cüz’î irâde meselesinde Mâtürîdî cephede yer alır. Burada Mısrî-i Niyazî ile Akkirmânî’nin Türk olmayı Hanefî-Mâtürîdî olmaktan ibâret sayması dikkat çekicidir. Filozof-karakterli sûfîlerden, ikinci Gazzâlî ve Mevlânâ olarak görülen Bursevî diyor ki: Hakikat erbâbının Mâtürîdî’nin mezhebini tercih etmelerinin nedeni rahmet dâiresini genişletmesinden ötürüdür. Buna ilave edilecek cümle bellidir: Mâtürîdî’nin iman tanımını tahlil ettiğimizde Bursevî’nin haklı olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Unutmayalım: Selçuklu-Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi, Müslümanlığın çerçevesini genişleten bu iman tanımına sadıktır. Halkımız tarih boyu bu şemsiyenin altına sığınarak kendini bulur. Bu gelenekte İslâm’a giren bir mü’mini küfürle itham ederek dairenin dışına çıkarmak mümkün değildir. Pratikte bu perspektifi buharlaştıran bir güzergâha girseler de Birgivî ve takipçileri de ameli imandan bir cüz olarak görmezler.
Cevdet Paşa’yı entelektüel geleneğimizin mezar taşı olarak görürsek Müslümanlıkla Mâtürîdîliği aynîleştiren yaklaşım biçimi modernleşme devrinde de hükmünü yürütür. Buna göre Mâtürîdî’nin mezhebi re’y ve akla daha uygundur. Bir fikrî takip yaptığımız zaman görülür ki Selçuklu-Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri birbirine benzer. Anadolu ile Rumeli; Horasan-Türkistan hattında vücûd bulan tecrübeyi tekrarlar. Gülün adı değişse de kokusu değişmez. Bu demektir ki milletimizi anlamak için Hanefî-Mâtürîdî çizgiyi anlamak lazımdır. Müslümanlığımızın programı ondadır. Hazret-i Âkif’in ifadesiyle İslâmî ilimlerin her sahasında at koşturabilecek meziyette olan İzmirli İsmail Hakkı’nın Gazi Paşa’nın da olduğu bir atmosferde dünya görüşümüze en uygun ideolojinin Hanefi-Mâtürîdî gelenek olduğunu ilan etmesi manidardır. Cumhurbaşkanı, Genelkurmay başkanı ve Millî İstihbarat Teşkilatı Başkanı’nın Mâtürîdî’nin türbesinin önündeki fotoğrafları bütün bu söylediklerimizin hülasasıdır.
Bununla beraber bu ülkenin tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar selefîlikle meşbu hâle geldiği de inkârı mümkün olmayan bir gerçektir. Günümüzde Mâtürîdî’nin ismini vird edinenlerin Elmalılı Hamdi Efendi’nin dolayısıyla da Cumhruiyet’in ufkunu oluşturan Mâtürîdî portresinden çok uzak düştüklerini görmemiz gerekir. Bu noktada klasik İslâm modernizminin temsilcilerinden Abduh’un da bize neyzen bakmasına rağmen Mâtürîdî’yi işlevsel kılmaya çalışması, bir tarafıyla rüşvet hükümleri olsa da tartışmayı hak etmektedir. Buradaki Mâtürîdî Selçuklu ve Osmanlı asırlarının değil, liberal İslâm’ın temsilcisidir. Dolayısıyla İslâm modernizminde kendini bulan bazı zevâtın biz Mâtürîdî’yiz sözünün cilasını kazıdığımız zaman altından Selçuklu-Osmanlı tecrübesi çıkmaz. Hilâfetin kaldırılmasını rasyonalize eden, Seyyid Beg’in Mâtürîdîsi Vehhâbî-meşrebtir. Bu zât kendisine vurulan Vehhâbî damgasına isyan etse de Mâtürîdî’yi dönemin mecburiyetlerine boyun eğdirir. Abduh, İkbal ve Fazlur Rahman modernist İslâm’ın özünde Vehhâbîlikten ilham aldığını ikrar ederler. Günümüz Türkiye’sinde Mâtürîdî’yi idealize eden akademisyenlerin, Prof. Hilmi Demir beg hocamız gibi birkaç istisna hâricinde, sahne önüne çıkanları da selefî-meşrebtir. Bunlar ne Ebu’l-Muîn en-Nesefî’den ne de Elmalılı Hamdi Efendi’den geçer not alabilirler. Râfızî güzergâhta yürüyen, Kur’an Müslümanlığı adıyla tarihi ipe çekenlerin kaza-ve kader meselesinde Mâtürîdî’ye dönseydik bütün meselelerimizi hallederdik demesi ise yerli bir Marksizmin mümkün olduğunu savunmadaki garabetle eşdeğerdir. Hâlbuki Itrî için salavat, Mimar Sinan için Süleymaniye, Fârâbî için Medînetü’l-Fâdıla Kur’ân’ın aynasıdır. Elimizden yiyip bileğimizden ısıranlara boşuna kazmayın o toprak su vermez deyip geçelim.
Selçuklu, ‘Türk’ü de ortaya çıkaran bir şey. Neyi ve neleri bir araya getirerek Selçuklular ‘Türk’e ulaştılar? Selçuklu siyasetine müntesip olana mı Türk diyoruz biz?
Bazen hâdiseler düşünmeyi sağlar bazen de düşünceler hâdiseleri doğurur. Son sözü baştan söyleyelim: İngiliz için İngiltere, Alman için Almanya ne ise Türk için de İslâm odur. Bu din Selçuklu-Osmanlı tecrübesiyle sanatkârane bir mâhiyet kazanır. Hâliyle Selçuklu-Osmanlı geleneğinin çocuğu olan Cumhuriyet’in omuzlaması gereken yük meydandadır. Bizde millî olmak Müslüman olmaktır. Mâtürîdî, Kaşgarlı Mahmûd ve Yûsuf Has Hâcib bu gerçeği ikrâr ettiği gibi isimleri ve cisimleriyle Selçuklu asırlarını dolduran Alp Arslan, Gazzâlî ve Nizâmü’l-mülk de bunu tasdik eder. Şu durumda devlet otağının orta direği İslâm’dır. O direği çektiğimiz zaman Türk yıkılır gider. Bizim vücudumuzda dolaşan kanın özü Müslümanlıktır. Bu zemin ve çerçeveye dikkat çektikten sonra “Selçuklular Türk’e nasıl ulaştılar” sorusunun cevabını yoklayabiliriz. Biliyoruz ki Selçuklu devletini kuranlar Oğuz Türkleridir. Oğuzlar, Müslümanlaştıkları zaman Türkmen ismini alırlar. Türkmen, Müslümanlaşmış Oğuz/Türk demektir. Bu vaziyet, Türk kelimesinin istikamet ve muhtevasını dolduran yegâne gerçeğin ne olduğunu tartışmaya ihtiyaç bırakmadan ortaya koymaktadır. Nitekim Selçuklu Devleti’nin istikbali endişesiyle hayatının karardığını vurgulayan Horasanlı Gazzâlî, Müslümanlığın hâmîsi olarak Selçukluları görür, hâmîsi Fars kökenli Nizâmü’l-mülk gibi benliğini devlette eritir. Hilâfeti muhafaza edecek vasıflarla cihâda hayat verecek potansiyelin Türklerde mevcut olduğuna inanır. Böylece Mâtürîdî, Kaşgarlı Mahmûd, Yûsuf Has Hâcib, Râvendî, İbn Haldûn, Eflâkî Dede, Tursun Beg, Kemâl Paşa-zâde, İsmail Hakkı Bursevî, Cevdet Paşa ve Yahya Kemal gibi Türklerin tarihî bir görevi olduğu inancını benimser. Bu demektir ki ırk siyasî, sosyo-kültürel, fikrî ve felsefî mensûbiyeti ifade eder. Avusturyalı bir Yahudi olan Kafka ise kendisini Amerikalı bir Alman olarak görür. Aidiyet hissini ortadan kaldırır. Eflâtûn’la Aristo’nun modern zamana aksetmiş hâli olarak görülmesi gereken Kant’ın şahsında Avrupa’nın kendisini Yunan medeniyetinde bulduğunu, bir yığın unsurun birbiriyle karışarak bir terkibe dönüştüğünü neticede Hristiyanlıkta tezahür ettiğini hatırlayalım. Bizde de öyledir: Dışarıdan gelen unsurlar, içine girdiği terkipte kendiliklerinden kaybolurlar. Türk iklimine dâhil olan her şey Müslümanlaşır. Selçuklu’nun Sokullu Mehmed Paşa’sı olarak devletin yörüngesini belirleyen Nizâmü’l-mülk için söylenen o muhtelif memleketlerden gelen herkesin, kendisine yöneldiği bir Kâbe gibiydi sözü, biraz da bu gerçeği ifade eder.
MÜTEFEKKİRLER GERİYE, FATİHLER İLERİYE DOĞRU İLERLER
Osmanlı’da İstanbul’un fethine kadar gördüğümüz şey Selçuklularda da var. Başkent sırasıyla Cend, Nişabur, Rey, İsfahan, Hamedan ve Merv olmuş. Nereye gidiyordu Selçuklular?
Mütefekkirler geriye doğru, fâtihler de ileriye doğru giderler. Osmanlılar nereye doğru akma ihtiyacı hissediyorlar ise Selçuklular da oraya doğru akarlar. Merkezlerini yani vatanın kemâle erdiği yeri ararlar. Selçuklu zerâfeti Konya’da, Osmanlı zerâfeti ise İstanbul’da şaha kalkar. Bu kemâlin Kızılelması ise İstanbul’dur. İstanbul bütün bir Selçuklu ile Osmanlı’nın murakabeye varmış hâlidir. Napolyon Bonapart ve Lamartine başta olmak üzere Avrupalı pek çok ismin bir yeryüzü devleti kurulsa başkenti İstanbul olurdu demeleri tesadüf değildir. Büyük Reşit Paşa durumun farkında olduğu için bugüne kadar İstanbul’u biz koruduk, bundan sonra İstanbul bizi muhafaza edecektir deme ihtiyacı hisseder. Devletin bekası kurucu kimliğimiz olan Türklükle yapıcı kimliğimiz olan İslâm’ın hükmünü yürütmesinde toplanır.
Pasinler Savaşı’ndan sonra Bizans, Tuğrul Bey’le anlaşma yapmak zorunda kaldı. Anlaşmada Tuğrul Bey öncelikle İstanbul’da harap olan camiinin imarını, halifenin göndereceği imamın beş vakit namaz kıldırmasına müsaade etmesini ve Tuğrul Bey adına hutbe okutulmasını istedi. Bunu nasıl anlamak gerekir?
Gelecek günlerin habercisi olarak görmek gerekir. Bugün Prizren’e gidip seher vakti minareden arş-ı alaya yükselen, gök kubbeyi dolduran sesleri dinleyen bir insan için ne demek istediğimiz çok açıktır. Hâlâ Budapeşte’ye gözcülük ederek şehirde Türk havası solumamız sağlayan Gül Babamız ve Abdurrahman Paşamız ile Estergon Kalesi’nin eteğindeki kırık minare ile harap hâldeki camiye de bu gözle bakabiliriz, İbrahim Peçevî ile İdris Baba’nın şehri olan Peçuy’daki tarihî caminin ay yıldızının hatırlattıklarını da. Viyana kuşatmasında tek başına şehre girmeye çalışan Çerkes’in anısına dikilen âbideyi de. Osmanlı Balkanlara büyüyerek geldi. Küçülerek çekildi. Rumeli’nin hafızası ne derecede boşaltılırsa boşaltılsın orayı dolduran, buranın uzviyetine karışan gerçek ortadadır. İslâm tarih felsefesinin özü şu cümlede toplanır: Tarihte bir defa Türk toprağı olan bir yer kıyamete kadar öyle kalacaktır. Hafıza geçmişe bugün şekli verir. O hâlde tarihi hafıza hâline getirerek yola koyulabiliriz. Ölüm düşmanı sevindirmekten daha hafiftir.
Osmanlı’nın 300 yılda ancak yıkıldığını biliyoruz. Selçuklularda ise devlet çok kısa sürede çözülüyor…
Bir yıkılmadan ziyade isim değiştirerek devam etme söz konusudur. Cevdet Paşa dâhil hemen bütün Osmanlılar, Selçuklu ile Osmanlı’yı birbirinin devamı olarak görürler. Selçuklu da Osmanlı da Cumhuriyet de farklı edâ, sadâ ve irtifalarda aynı nağmeleri terennüm ederler. Birbirinden yüzyıllarla ayrılan isimler, aynı fikirler etrafında bir araya gelirler. Sokullu Mehmed Paşa asır değiştirmiş Nizâmü’l-mülk’tür. Bizim Yûnus bir İlâhî devlet ola andan içen oldu bâkî diyerek Fârâbî’nin Medînetü’l-Fâdıla’da söylediği şarkıyı terennüm eder. Sultan Alparslan’ın Hanefî-Mâtürîdî istikamette ısrar eden tavrı, İbn Kemâl ile Bursevî’de yeni baştan karşımıza çıkar. Selçuklu Sultanı Aladdin Keykubad’ın vahdet-i vücûda inanmayan mü’min değildir sözü, Yavuz Sultan Selim’in şeyhülislâmı Kemâl Paşa-zâde’nin İbnü’l-Arabî’ye tan eden tedib edilmelidir sözünde yankılandığı gibi Abdullah Bosnevî ve Ahmed Avni Konuk etrafında günün hâdisesi hâline gelir. Hocaoğlu, Molla Tûsî, Taşköprî-zâde, Kâtip Çelebi, Birgivî, Hâdimî, Ahmed Midhat Efendi, İsmail Fennî Ertuğrul felsefe etrafında Gazzâlî’nin Tehâfüt’teki tavrının güncel olduğunu bir kez daha vurgulama ihtiyacı hissederler. Fatih Sultan Mehmed Hân Gazzâlî ile Konevî okur. Yavuz Sultan Selim Hân Mâtürîdî ile İbnü’l-Arabî’ye döner. III. Selim Mevlânâ’ya meftun olur. II. Abdülhamid Gazzâlî’ye yer açar. II. Abdülhamid’in aklı olan ve hâlâ yörüngemizi Hanefî-Mâtürîdî çizginin belirlemesinde ısrar eden Cevdet Paşa, Selçuklu mutasavvıfı Mevlânâ’dan icazet alarak siyaset yoluna girer. Mesnevî şevkını eflâke çıkarmış nâyız/haşredek pürnefes-i Hazret-i Mevlânâyız mısralarını inşâ eden Yahya Kemal, Mevlânâ’yı İsmail Dede’nin Kâinatı şiiriyle selâmlar; geçmişimiz Hanefî-Mâtürîdî damarda olduğuna göre geleceğimiz de buradadır hükmünü verir. Cumhuriyet devrinde Elmalılı Hamdi Efendi Hanefî-Mâtürîdî geleneğin şahsında Selçuklu-Osmanlı zihniyet dünyasını yeni baştan tazeleme lüzumu duyar. Kısaca herkes aynı ocağın ateşiyle yanmaya devam eder.
DİRİLMEK İÇİN, ÖLÜLERLE İRTİBAT KURMAMIZ GEREKİR
Hayatımızı mümkün kılacak bazı sorular var. Cumhuriyetle birlikte ertelenmiş sorular bunlar tabi. Selçukluya bakmak bize bu soruların cevaplarını verebilir mi?
Bazen insan nasıl geçmişine dönmek isterse milletler de tarihlerine dönmek isterler. Dirilmek her zaman olduğu gibi ölülerle irtibat kurmaktan geçer. Nereye gitmek gerektiğini bilmek ancak nereden başlanması gerektiğini bilmeye bağlıdır. Dün olduğu gibi bugün de bizim geleceğimiz geçmişimizde toplanır. Tarihi inşâ edebilmek için tarih tarafından inşâ edilmek lazımdır. Esaslı ve büyük şey ancak bir gelenekte kökleşmekle mümkündür diyen filozof haklı olduğu gibi ölülerin sözlerine kulak verenler mutlu olacaklardır diyen sanatkâr da haklıdır. Bu bir zihniyet meselesidir. Ait olduğu iklimden sürüp çıkartılan bir düşünce artık aynı düşünce değildir. Viyana’yı gezenler fark etmişlerdir; şehir Türk korkusu üzerine kuruludur. Bunun sırrı şudur: Belgrad ve Budapeşte’yi alan, İstanbul’u hâlâ elinde tutan pekâlâ günün birinde yeni baştan harekete geçebilir. Malum İbn Haldûn bu hükmü Timur devrinde Selçuklulara bakarak verir. Tarih de bunu doğrular. Osmanlı Selçukluyu aşsa bile bütün meziyetlerini, demir gibi bir irade, çelik gibi bir karaktere sahip olan babasına borçludur. Moltke; bir Türk Avrupalıların kendilerinden her alanda üstünlüğünü kabul etse bile kendisiyle denk olamayacağına inanır derken, methedilen Frengistan’ı Paris’te göremediğini söyleyen Hâlet Efendi’deki hâlet-i rûhiyeyi kasteder. Bu hâlet Selçuklu’dan tevarüs ettiğimiz bir şeydir. Diyeceğimiz o ki; kendine inanmazsan her şey boş.
Selçukluda çok güçlü bir ilmi hayat görüyoruz. Buradan geriye doğru bakınca neredeyse bütün kanonik metinlerimizin Selçuklular zamanında ortaya çıktığını görüyoruz. Sadece metinler değil, anlatılar da öyle: Hz. Hamza, Hz. Ali Cenkleri; Battal Gazi destanları gibi pek çok kanonik eser…
Tarihten gelerek yahut da geçmişe dönerek yapılan her okuma, ele alınan kişinin etkilendiği kaynakları ne derecede gizlerse gizlesin aşikâr hâle getirir. Herhangi bir düşünür, tek başına idrâk ve ihata edilemez. Ancak referans kodlarıyla, ait olduğu iklimle irtibatlı kılınarak anlaşılabilir. Okuduğumuz kitaptan yazarın okuduğu kitapların neler olduğunu öğrenebiliriz. Allah insanı anne ve babadan yarattığına göre düşünce de yoktan var edilemez. Mâtürîdî’nin Kitâbü’t-Tevhîd’i yazılmadan Gazzâlî’nin Tehâfütü’l-Felâsife’si yazılamaz. Fârâbî Medînetü’l-Fâdıla’yı kaleme almasa idi Nizâmü’l-mülk Siyasetnâme’ye vücûd veremezdi. O bu eserinde Melikşâh’ı ata binmiş Fârâbî hâline getirdiğine göre Selçuklu’nun kendi filozofunu yeni baştan ortaya çıkardığı, nazarî olanı amelî hâle dönüştürdüğü söylenebilir. İhyâ, Tehâfütü’l-Felâsife ve Mesnevî gibi metinler Selçuklu’da yazılır. Her yerde okunur. Osmanlı’da hemen bütün büyük mütefekkirlerin İmâm-ı Azam, İmâm-ı Mâtürîdî, Gazzâlî ve Mevlânâ’nın hâşiyesinde dolaştığını gösteren emâreler mevcuttur. Modern dönemde Nurettin Topçu bile bir felsefemizin olup olmadığını tartışırken merkeze Gazzâlî ile Mevlânâ’yı yerleştirir. Ait olduğu dünyanın birikimine, yaslandığı zemin ve zamandan hareketle yeniden bakan Gazzâlî ile Mevlânâ Selçuklu Devleti’nin peygamberane sözcüsüdür. Birûnî Farsça eser yazmak duvar üzerinde deveyle yürümek kadar imkânsız dese de Mevlânâ bunu başarır. Siyasî açıdan zevâl devrinin bazen düşüncede kemâli beraberinde getirebileceğini ispatlar.
Bahsettiğiniz ikinci kısım eserlere gelince; zihniyet dünyamız ve hayat felsefemiz bu tip eserler sayesinde oluşur. İdealle gerçek, rüya ile hülya en iyi şekilde, hikmet, hakikat ve ahlâkın bir bütün olduğunu gösteren bu tip eserlerde iç içe geçer. Bu eserler aynı zamanda milletimizin siyasî ideallerini ve hasretlerini kayıt altına alır. Sultan Alparslan’ın yaptığı fetihlerle bu destanlar arasında mâhiyet farkı olmadığı billurlaşır. Hakikat rüya hâlini alarak zihinleri şekillendirir. Hayal ve ideal gerçek hâline gelir. İdeal gerçekten daha hakiki görünür. Düşüncenin felsefî bir kişiliği olduğu gibi mitolojik de bir karakteri vardır. Halk metafiziği Nasrettin Hocamızın fıkralarındadır. Buhârâ’dan Rumeli’ye kadar yayılan Sarı Saltık bu metafiziğin aksiyon hâlidir. Bu metafiziğe zihnen kendini verenlerle kalben kendilerini adayanlar arasındaki farktır. Bizim insanımızın irsî bir hassasiyete sahip olduğu meseleler vardır. Halkta ilim sistem hâlini almadan kendine bir yer bulur. Onlar içyüzünü bilmese de istikametten şaşmaz. Doğrunun ne olduğu fikrine doğuştan sahiptir. Kıssaları hisse alarak okursak o metinlerin de pekâlâ metafizik boyutlara sahip olduğunu görebiliriz. Fikir ve hissin nasıl telkin edileceği noktasında filozofların bu eserlerden öğreneceği çok şey olsa gerektir. Nitekim Alman olmanın ölçülerinden biri olarak kabul edilen Goethe Faust’unu halk efsanelerine borçludur. Batı felsefe geleneğinin yörüngesini belirleyen Eflâtûn ile Aristo, Grek mitolojisinden kalkarak tefelsüf ederler. Okumasını bilene bu tip eserler devrilmiş kütüphâne hükmündedir. Bir başka ifadeyle büyük neticeleri, küçük konulardan çıkarmak biraz da okuyanın kudretiyle bağlantılıdır.
Mart 2017