Filozof Peter Sloterdijk: “İnsan ve Makine, Bir Gün Tek Vücutta Birleşecek”

Peter Sloterdijk Almanya’nın en tartışmalı filozof ve medya teorisyenlerinden biri. Aynı zamanda;  geleneksel felsefenin beden ve ruh, süje ve obje, kültür ve doğa gibi köklü ayrımlarına meydan okuyan bir düşünür. Sloterdijk 1999’da verdiği  “İnsanat Bahçesi İçin Kurallar” adlı konferansında, genetik mühendisliğinin insanın kendini yaratma arzusunun bir devamı olduğunu ve bunun Nazi öjenikleriyle hatırlanan Almanya gibi bir ülkede, fırtına etkisi yaratacağını iddia etmişti. Konferans sonunda ünlü düşünürün vardığı sonuç ise, insanı evcilleştirme ve terbiye etme çabalarının başarısız olduğu ve insan ırkındaki barbarlığa meyletme arzusunun arttığı şeklindeydi.

SÖYLEŞİ: NATHAN GARDELS

CİNS İÇİN ÇEVİREN: BETÜL DAMLA

Okullarda öğretilen bilgilerin anlatmaya ve paylaşmaya değer bilgiler olup olmadığından hiçbir zaman emin olamayız.  Ve “bulut” sisteminin kullanıcıları da, bulut içindeki verilerin palavra olup olmadığını ayırt edemez. Bu durum aslında modern ve post-modern şartların bir sonucudur. Kurumsallaşmış ve kurumsal olmayan bilgi arasındaki fark sürekli değişiyor.

Siz yıllardır, insan türünün “teknolojik protezleri”yle fazlaca uyumlu hâle gelmesi sonucunda, artık yeni bir yapı türünün, “antropo-teknoloji”nin  var olduğunu söylüyorsunuz. Bu yeni varlıkta, insan ve makine birbirine bilgi ile bağlanmış, tek bir bütün hâline geliyor. Sizin “antropo-teknoloji” kavramınızın, Ray Kurzweil’in “singularity (eşsizlik)” kavramındaki “gelecekçi” ve yapay zekâ ile alakalı kısımlarla benzeşen ve bu kısımlardan ayrılan yönleri nelerdir? Kurzweil geçmişe sadece epistemik bir ara verilmediğini, aynı zamanda bilincin ötesinde, varlığın ve biyolojinin de ötesine geçen yeni bir evrim safhasına geçtiğimizi söylüyor.

 “Antropo-teknik” kavramı, Homo sapiens türünün mevcut psiko-fizik ve sosyal yapısının önemli ölçüde otojenik etkilere bağlı olduğu hipotezine dayanmaktadır. Bu bağlamda, “otojenik” terimi, “aktör üzerindeki eylemlerin yansımaları ile ortaya çıkan” anlamına gelir. İnsan, özellikle “ileri medeniyetler”e ait olan insan; kendini, “kendisinin evcil hayvanı” konumuna getiren bir hayvandır. Evrim, doğal bir çevreye uyum sağlamak anlamına gelirken; “evcilleşme”, yapaya adapte olmak anlamına da gelmektedir. Ahlak ve kültürel teorik terimlerle, “Medeniyetler” olarak adlandırdığımız şey, biyolojik antropolojinin (hayvan / insan ayrımını ilgilendiren) perspektifinden bakıldığında, uzun bir oto-evcilleştirme dizisinin sonucudur.

On binlerce yıl önce, Yunan bilgeliği “kendini bil“ mottosunu, doğrularla karşılaşmaktan daha üstün bir değer olarak görmeden önce; büyük anneler, kabile reisleri ve büyücüler, kendi türlerinin hayatlarına farklı bir motto getirmişlerdir: “Kendini evcilleştir!” Bu motto daha sonra “eğitim” olarak gelişmiştir. Yunancada “paideia”, Latince “humanitas”, Sanskritçe de “vinaya”, Çince “wenhua” ve Almanca “bildung”. “Antropo-teknik” terimi; insanların, “insanları evcilleştirme”ye çok önceki dönemlerde başladığına ve bunu,  belli bir geleceği korumak adına yaptığına işaret etmektedir. “Antropo-teknik” öncelikle; insanın “hayvanın saf doğası”ndan bilinçsiz ayrıldığını söyler. Böylece onun sadece “sembolik türlerin” bir üyesi, “alışkanlıklar kazanabilen bir hayvan” veya sadece “mitik hikâyelerdeki bir hayvan” değil; aynı zamanda “teknik bir varlık” hâline de gelmiş olduğunu ifade eder. İkinci olarak da bu terim; aklın, eğitim biçimleri aracılığıyla, belki de genetik dürtülerle ve kimyasal modifikasyonlar yoluyla bilinçli bir “kendi kendini şekillendirme” olasılığı olduğuna da işaret eder.

“Antropo-teknik” kavramı, insanlığın binlerce kültürel özelleşmesini ve kendi kendini yaratmasını anlatır. Bu terim deneysel, çoğulcu ve eşitlikçidir; çünkü insanlığın hafıza birikimine mirasçı olan bütün bireylerin, kendini aşmakta özgür olduğunu ifade eder.

Bunun aksine, Ray Kurzweil’in “singularity” (eşsizlik) düşüncesi gelecekçi, tek tipçi ve elitist unsurlar içerir. Mantıksal ve retorik tasarımına göre, “eşsizlik”, bütün insanlığı entegre etme anlamına gelse de; yalnızca küçük ve istisnai bir “insan ötesi birey grubu”nu kapsayabileceği açıktır. “Eşsizlik” düşüncesinin mantıksal ve retorik tasarımına göre, insanlığın tamamıyla bütünleşmesi gerekir, ancak bu kavram sadece istisnai özellikler barındıran, çok küçük bir grubu kapsayabilir.

SOĞUK SAVAŞ, “BULUTLARIN SAVAŞI” OLARAK GERİ DÖNÜYOR

Kurzweil, zihnimizi “bulut” ile genişletmenin ve “bulut”u zihnimiz ile genişletmenin daha fazla çeşitlilik ve daha az tekdüzelik oluşturacağını savunuyor; çünkü ona göre, hayal gücümüzü geliştirmek ve kişiliğimizi inşa etmek için neredeyse sonsuz bilgiye erişebileceğiz. Bu düşünce tarzına katılıyor musunuz?

 “Bulut” dan söz ederken, Kurzweil kendisini, geleneksel felsefe tarafından önceden biçimlendirilmiş bir alana yerleştirir. Hegel, “nesnel ruh” kavramıyla, “bulut” un ilk resmi tanımını şöyle yapmıştı:  Bunlar, “kurumlar”a dönüşen ve somutlaşan ruhun ifadelerinden oluşur. Kurumlar ise, gelecek nesillere aktarılan kültürel süreç programlarıdır.

“Ruh” ve “kurum” kavramlarını, “bulut” kavramına geliştirmek zor olmamalı. Akışkan kurumlar olan “bulutlar”, iletmeye değer ve iletilebilen geçmiş deneyimleri, bilgileri daha sonra talep edenler için ulaşılabilir kılıyor. Bir “bulut” ile “okul” arasındaki fark, oto-didaktik (ve dolayısı ile otomatik-evcilleştirme) faktörler arttığında belli olmaktadır. Buna karşılık,  okullar ise resmi kurumların proto-tipleri olarak, temelde hetero-didaktik (otoriter) ve yapısal olarak muhafazakârdır (hetero- evcilleştirme).

Hem “bulut”ların hem de okulların ortak noktası şu ki, her ikisi de “palavra ve anlamsızlık” sorunu ile mücadele ediyor. Okullarda öğretilen bilgilerin anlatmaya ve paylaşmaya değer bilgiler olup olmadığından hiçbir zaman emin olamayız.  Ve “bulut” sisteminin kullanıcıları da, bulut içindeki verilerin palavra olup olmadığını ayırt edemez. Bu durum aslında modern ve post-modern şartların bir sonucudur. Kurumsallaşmış ve kurumsal olmayan bilgi arasındaki fark sürekli değişiyor.

Bu açıdan, “bulut” mecazını gerçek anlamda ciddiye almalıyız: “Bulutlar, açık gökyüzünü kapatır.” İnsana ait her alanın “küresel bilgi”yle kaplanması, “nesnel ruh” un farklı yollarla sürdürülmesidir ve bugün, bunlar dijital araçlarla gerçekleştiriliyor.

19. yüzyılda, “nesnel ruh” un bir ideolojiye ve propagandaya dönüşebildiği çoktan ortaya çıkmıştı. 20. yüzyılın ilk yarısı tamamen “dijital olmayan, ideolojik bulutlar” arasındaki çatışmayla geçti. 20. yüzyılın ikinci yarısı ise “ideolojik bulutların savaşı”na bir ateşkes biçimi olarak, Soğuk Savaş’la geçti. 21. yüzyıla ait “hiper-bulut”un, 20. yüzyılın tipik bir örneğini oluşturan “kurumsallaşmış yalanlar”a son verip veremeyeceği öngöremeyiz. Bugün bilginin ne olduğuna ilişkin; bilginin “açık gökyüzü” mü, yoksa onu örten “bulut” mu olduğu bilgisine de sahip değiliz. Tekil olarak “bulut” ifadesini kullanan herkes, aldatılma riski altındadır. Şu anda da birkaç karşıt ve farklı “bulut sistemi” var. Ve bir zamanlar Soğuk Savaş dediğimiz şey, “bulutların savaşı” olarak geri dönüyor. 21. yüzyılın başındaki kötü sürprizlerin en kötüsü, “propaganda” adlı zombinin, dijital forma bürünmüş bir şekilde, dirilerek geri dönmesidir. Yalan ve çarpıtmanın beslediği yeni imparatorluklara karşı çıkmak için, yeni bir aydınlanma düşüncesi şart.

 Belki de yapay zekâ yerine “akıllı eser” demek ve gelecekteki insanları da “yapay insanlar” olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Başka bir deyişle, artık “otantik benlik” ve “bu dünyada bulunuyor olmak”, sahip olduğumuz diğer araçlardan ayrı değildir. Bunun tam tersi “mevcut dünya” mı?

 “Yapay zekâ”, eserlerde üreticilerin niyetlerinin, ürünlerinden bağımsız olarak hatırlandığı uzun zamandır bilinen bir fenomen için kullanılan melez bir terimdir. Hegel’in “nesnel ruh” kavramı da tam olarak bunu ifade eder. Burada nesnel olan araçlara, yapılara ve kurumlara yatırılan zekâdır ki bu zekâ, diğer zihinler (sübjektif ruh, öğrenciler, kullanıcılar) tarafından anlaşılsın, kavransın ve kullanılsın diye vardır.  Cecil Rhodes’un “Büyüme her şeydir.” görüşü şimdi sadece, önemli nitelikleri olan politik çevreler için geçerlidir. Bunun aksine, şu anki para ve bilgi tüm dünyada geçerliliğini koruyor. “Yapay zekâ” ve “akıllı yapaylık” çevreleri, varoluşun her yönüne giderek sızan “genişlemeci bir kanun” geliştirmiştir. Bu bağlamda, teknik dünyada var olmak sürekli artan yapaylık ile nitelendirilmiştir. Modern ve post-modern insanlar, Heidegger’in dile getirdiği gibi sadece “Varlık Evi”nde yaşamıyor; modern ve post- modern insan, artık daha çok “teknosfer”[1] adlı bir alanda yaşıyor.

GLOBALİZASYON ÇAĞINDA KİMLİK

 Modernleşmeyi doğuran kırılmadan beri, insan uygarlığının “hümanizm ve ulus devlet” çağından “ekoloji ve küreselleşme” çağına; kimliğin toprak erdemine bağlı olduğu “tarımsal ulusseverlik” çağından “global benlik” çağına geçtiğini savunuyorsunuz. Eğer belirsizleştirildiyse, “global benliğin kimlik odağı” nedir? Göklerde değil, “bulutta” mıdır?

 Birçok çağdaş düşünür 20. yüzyılı küresel bir seferberlik çağı olarak tanımladı. Aslında bu dönemde ya da daha doğrusu 18. yüzyılın Sanayi Devrimi’yle başlayan döneminde  “sedanter[2] tarım çağı”na özgü insan ve toprak arasındaki muazzam ilişkinin ortadan kalktığı gözlemlendi. Böylece, post-sedanter yaşam formları serüveni ve keza “sıvılaşmış kimlikler” ortaya çıktı. Bunlar sıklıkla göçebe romantizmi kostümünde görünürler. Bu, insanların daha derin bir gerçekten beslendiği düşüncesiyle birlikte “modernlerin sabit geçiş durumu” kavramını geliştirmiştir.  Bu diaspora, döneminin Museviliği tarafından ispat edildi, ama onların da her zaman ve her yerde, kendilerini varoluşsal olarak demirleyecekleri uygun bir eve ihtiyaçları vardı. “Evsizlik”, vatansızlıktan daha kötü bir kaderdir. İkâmet dediğimiz şey, kişinin alışkanlık yoluyla rahatlama sağladığı yerdir.

Heidegger’den esinlenilerek yapılan insanın meskenli bir varlık olduğu yorumu, Amerikan mimarlık firması Morphosis tarafından onlarca yıl önce post-sedentary toplumların yaşayış tarzını tanımlamak için geliştirilmiş, “bağlı izolasyonlar” kavramına tekabül etmektedir. Bu ifade, izolasyon ve bağlantı arasında bir denge oluşturmanın modern zorluğuna işaret eder.

Toplumdaki böylesi bir boşluğa ait olma arzusunun diyalektiği bir ters tepki yaratmıyor mu? Bugün tüm çevremizdeki dini coşku ve milliyetçiliğe baktığımızda buna şahit oluyoruz. Bu bir kimlik güvenliği ve halkın “rahminde” ya da sizin kimlik ve anlamı içeren “baloncuklar (Sloterdijk’in ünlü bir tanımı)”ınızda tanınma arayışı mıdır? Bu yeni kabileciliğe nasıl bir cevap verilmeli?

 Aynı şey “bağımsızlık” ve “aidiyet” iradeleri arasında var olagelmiş gerginlik için de geçerlidir. Sözde “yeni kabilecilik”, modernitenin ilerici bireyselleşmesine neredeyse kaçınılmaz bir tepkidir. Bu “yeni kabilecilik”, doğal bağların koptuğu noktalarda, sentetik sosyal bağlar kurmaya çalışır. Sadece gelecekteki tarihsel deneyimler, bu tür bağların “gerici eylemler” olmadan kurulup kurulamayacağını gösterebilir.

Gerici politik partizanlığın en kötü biçimi, bugün bazı durumlardan dolayı, “faşizmin geri dönüşü” olarak adlandırılan yeni terör gruplarında kendini gösterir. Faşizm –tıpkı Avrupa’da I. Dünya Savaşı’nın gölgesinde, terhis sürecinin reddi olarak ortaya çıktığı gibi- bütün “toplumu” bir savaş birliğine dönüştürmeyi amaç edinmektedir.

[1] Teknosfer: Endüstri ekosistemi

[2] Sedanter: Yerleşik