Wael Hallaq: “Entelektüeller, Batı Taklitçiliğinde Israr Ederlerse; Kürsüye Çıkmak İçin Sıra Beklemekten Kurtulamazlar”

Son otuz yılda Batı akademik çevrelerinden yükselen en saygıdeğer İslam Hukukçularından biri olarak öne çıkan Wael Hallaq, bu söyleşide çeşitli geleneklerden yola çıkarak, entelektüel alışverişin geleceğini tehdit edebilecek sorunları etraflıca ele alıyor. Özellikle Batılı entelektüellerin İslam toplumlarıyla yakın ilişki kurmadaki başarısızlıklarına ve Müslüman âlimlerin karşılaştığı entelektüel ve yapısal sorunlara eğiliyor. Hallaq, ayrıca Batı liberalliğinin altında yatan hegemonyacı tasarıyı ve bu görüşü aklın süzgecinden geçirmeden benimseyen İslam düşünürlerini de eleştiriye tutuyor.

SÖYLEŞİ: HASAN AZAD

CİNS İÇİN ÇEVİREN: AYŞE SERRA KOLCU

Entelektüeller, Avrupa-Amerika’yı ve Aydınlanma’yı taklit etmeyi bırakmalı; diğer kültürler, özellikle de Asya hakkında incelemeler ve araştırmalar yapmalı ve ayrıca kendi geleneklerini, onun saymakla bitmeyen alt geleneklerini de göz önünde bulundurarak dikkatle etüt etmelidir.

Son zamanların en hararetli tartışma konularından biri, Batı’nın İslam bilginlerine karşı takındığı ilgisiz tutum. Birkaç nadir istisna dışında, Batı’nın entelektüel dünyasında, modern Müslüman varlığı ya da katkısı yok denecek kadar az. Impossible State adlı çalışmanızın son sayfalarında Müslüman düşünürler ve Batılı mevkidaşları arasında kurulacak sağlam bir entelektüel alışverişin, yalnızca Batı’nın İslam’ı daha iyi anlaması için değil, aynı zamanda Avrupa-Amerikan ortak düşüncesinin barındırdığı entelektüel ihtimalleri çoğaltmak için de elzem olduğuna dikkat çektiniz. Ne gibi ihtimaller ve değerlerden bahsediyoruz ve bu alışveriş neden gerçekleşemiyor?

İslam’ın modern projenin eleştirilmesi ve tekrar yapılandırılmasına getireceği potansiyel katkılar çok fazla olmakla birlikte, öncelikle yapılması gereken mevcut modern şartları saptamak ve bu durumu ortaya çıkaran sebepleri incelemektir. Bahsini ettiğiniz her iki tarafın da müsebbibi olduğu çok katlı engellerse sayısızdır. Hepimizin bildiği gibi, bu ilişkide bir sürü engel mevcuttur ama bunu tek bir tarafa mal edemeyiz. Elbette bu engellerin en bariz olanı dil farklılığıdır. Fikir alışverişini yalnızca dil yoluyla sağlayabiliriz. Batı, iki üç yaygın dili başka herhangi bir dili öğrenmeye gerek bırakmayacak kadar evrensel bir konuma koymayı yeterli görmüştür. Akademik bir disiplin olan Oryantalizm, birden fazla İslam diline ustalık derecesinde hâkim bireyler yetiştirmiş olsa bile yeterli hâkimiyeti sürdürmekten aciz kalmıştır. Batı toplumlarında İslami bir dilde kendisini ifade edebilen yahut bu dillerde yazılmış bir metni anlayabilenlerin sayısı yok denecek kadar azdır. Ancak Oryantalizm denildiğinde anlaşılan şey çok farklı. Oryantalizmi çevreleyen ve onu İslami alana çok uzak tutan bir sis var: Ortalıkta bir sürü insan İslam üzerine ahkâm kesiyor; bu insanlar İslam üzerine ne entelektüel ne dil bilimsel tek bir çalışma yapmamışlar, fakat medyada hatta üniversite kürsülerinde otorite sağlayıp, kendilerine “Oryantalist” diyecek kadar da hadsizler.

Bu disiplini tanımlarken çoğunlukla “kenarından” Oryantalizmi göz ardı ederiz; ancak aslında Batı’daki dünyanın geri kalanı ve özellikle İslam hakkındaki yaygın görüşün genelini bu “uzmanların” demeçleri oluşturur. Dil engeli aşağı yukarı bu şekilde tanımlanabilir.

Bunu fikir aktarımındaki dilsel-eğitimsel bağlamı aşma sürecinde ortaya çıkan lojistik ve teknik bir engel olarak tanımlayabilir miyiz sizce?

Teknik bir sorun olarak başlayabilir elbette, ama gerçekte bundan çok daha fazlasıdır. Batılı güçler ve seçkin entelektüeller geçmişte sömürgecilik için başka kültürlere dil yoluyla gayet başarılı bir şekilde erişmiştir. İslami dillere erişimde teknik veya başka büyük bir zorluk söz konusu değil. Klasik oryantalizmin bir gerekçesi olarak ortaya çıkmıştır. Eğer sömürgecilik olmasaydı oryantalizm de halen aynı seyirde devam eden bu son şekliyle ortaya çıkmazdı. Aynı şekilde, bir dile erişememek yalnızca teknik bir sorun değil, aslında temelde önemli bir konudur. Örneğin, benim Hintçe veya Çince değil de İngilizce yazmayı seçmem (buna benim seçimim denebilirse tabii) benim sömürge bir ülkeden gelen biri olmam ve bu sömürgeciliği kuranlara dayanan güç ve bilgi ilişkisine doğrudan bağlı, karmaşık ve temel bir meseledir. Dil meselesinin derin karmaşasını anlatmak için İslam’ı metinsel, sosyolojik, antropolojik ya da herhangi bir alanda etraflı çalışmalarla anlama gereksinimi duymadan çoğaltan, Batılı üniversite hocasından daha iyi bir örnek yoktur. Dahası tüm bu akademik çalışmaları layıkıyla yapabilmek için, birkaç İslami dile makul seviyede kendini ifade edebilecek ve bu dilde yaşayabilecek kadar hâkim olunması gereklidir. Bu hocanın bu gerekliliklerin hiçbirini yerine getirme zahmetine girmemeyi seçmesi dil öğrenmedeki kişisel yetersizlikten değil gücün tabiatı ve yapısıyla alakalıdır.

Başka merkezi engeller var mı?

Göze çarpan bir diğer önemli sorunsa, nadir istisnalar dışında Müslüman düşünürler bilinçli ya da bilinçsiz olarak Batı düşüncesini ve felsefesine öykünmektedirler. 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan Muhammad Abduh ve özellikle Rahid Rida gibi “faydacılar” veya “yarı-faydacılar” bile iki şeyi başlangıç noktası olarak aldılar: (a) hakkında konuşabilecekleri, anlatacaklarının sınırları kesin olarak veya aşağı yukarı belirleyen dini bir içerik ve (b) tarihsel bir içerik yani modern yaşam şekillerini meşru kılacak bir otorite olarak kabul edilebilecek sağlam bir tarihi bakış açısı. “Tarihsel” veya tarihi derken, geçmiş yüzyıllara ilim ve kılavuz kaynağı olarak başvurarak, söz konusu tarihten modern hayat tarzında yaşamayı tasdikleyecek bir yorum çıkarmaya çalışan, bir tarihsel bağlantıdan bahsediyorum. Bir başka deyişle, özellikle belli tarihi ve dini içerikleri işin içine katmadan aşırı istisnai ve bilhassa modern bir çıkarıma varmak neredeyse imkânsızdır. Bu birbirine bağlı iki gereklilik, özellikle de dini olan, modern Batı entelektüel ortamının “kutsal” bir ilkesini sürekli olarak ihlal etmektedir. Eğer bugünün bu entelektüel ortamında ciddiye alınmak istiyorsanız, entelektüel olarak ne kadar sofistike olursa olsun, önermenizde bir metafiziğin varlığını kabul edemezsiniz; eğer ederseniz kendinizi bir problem düğümünün içinde bulursunuz. Çok çaba sarf etseniz de söyledikleriniz ya hiç duyulmaz ya da ciddi bir “seküler-rasyonalist” söylemle karşılık bulur.

Tarih, ilerleme teorisini pragmatik sebeplerle benimseyen modernlik için her zaman sorun teşkil eden bir mesel olmuştur. Öte yandan saygın Müslüman âlimler, bu dünya görüşünün derin anlamlarıyla ancak yakın zamanda ilgilenmeye başlamışlardır, ki bana kalırsa, en azından yapıldığı şekil itibariyle bu pek de isabetli bir başlangıç olmamıştır. İlerleme kavramının kendisi oldukça sorunludur ve Müslüman âlimler de tarihçiler de kendi içlerindeki ideolojik yapıları ayırıp incelemeye henüz yeterli derecede vakıf değillerdir. Bu başarısızlığın etkilerini en az bir önemli katmanda açık biçimde görebiliriz. Son yirmi otuz yılda İslam dünyasında, İslam tarihini “karanlık ve ahlak yoksunu” olarak gösterip, Avrupa’nın Katolik Kilisesi ve mutlak monarşiye getirdiği kınamaların neredeyse aynılarını İslam tarihi için kullanmak eğilimi türedi. Kendi entelektüel mirasından neredeyse tamamen habersiz olan bu eğilim yirminci yüzyılın başlarında zayıf işaretlerle kendini göstermeye başladı, ama hız kazanması yarım asrı buldu. İslam ve Avrupa’nın çeşitli ve çok yönlü tarihi dünyaları neredeyse taban tabana zıt olmasına rağmen “İslam Tarihi” yavaş yavaş Avrupa’nın karanlık çağlarına benzetilmeye başladı. Belki bunun konumuzla nasıl bir lakası olduğuna daha sonra değinirim.

Bununla birlikte, geçmişte ve günümüzde meşrulaştırıcı bir geleneği oluşturan tarihsel ve dini anlatılara gösterilen rağbet, Müslüman âlimlerle Batı Aydınlanma düşünürlerini ayırmaya ve farklı kulvara koymaya devam ediyor. Batı Aydınlanma düşünürleri, (algılanan) soyut “aklı” “insanlığın mükemmeliyete erişmedeki rehberlik aracı” olarak nitelendirirken; aralarından en liberalleri de dâhil olmak üzere Müslüman düşünürler, buldukları her fırsatta amaç bu anlatıyı kötülemek bile olsa, tarihsel, dinsel anlatıya başvururlar. Sonuç olarak, Müslüman âlimler, Kur’an’dan ayrılmadıkları sürece Batı’daki ana düşünsel eksen olan seküler Aydınlanma geleneğinin ilgisini asla çekemeyecektir.

“MÜSLÜMAN LİBERALLER”, BATILI MEVKİDAŞLARI TARAFINFAN “TAKLİTÇİ” OLARAK KABUL EDİLİYOR

Önceki konuşmalarınızdan edindiğim izlenime göre, kutsal kitap yorumlamalarından elde ettiklerimiz buzdağının yalnızca görünen kısmı. Bu konuda biraz daha detaya girebilir misiniz?

Tabii ki. Günümüz Müslüman düşünürlerinin kullandığı ve hâlen kullanmakta olduğu düzensiz hitabın dikkat çekmekten uzak olduğunu ve dolayısıyla Batı’nın akademik çevrelerinden veya genel Batı felsefesinden bir muhatap bulamayacağını belirtmem gerek. Sebebini de şöyle açıklayayım: şöyle hiç derine inmeden kabaca bir tahlilde bulunursak, günümüz İslamî ve İslamcı anlayışında iki eğilim olduğunu görürüz. Birincisi büyük bir çoğunluğun oluşturduğu oldukça uzun zamandır hem içerden hem dışardan kaybedilmiş bir iddia olan İslam’ın her yönünü liberal felsefe ve liberal düşünce kategorileriyle rasyonelleştirme çabasında olanlardır. Bu girişimi derinden kavramak, kaçınılmaz mağlubiyetin temel nedenlerini gün yüzüne çıkaracaktır, ama burada anlatmaya çalıştığım bu değil. Onun yerine, oldukça nadir istisnaları dışarda tutarak Müslüman âleminin liberalliği sistem, düşünce ve uygulama açısından henüz sindirmediğini vurgulamak isterim. Anlaşılması gereken bir diğer durum ise Müslüman entelektüeller, liberal olsun ya da olmasın Avrupa-Amerikan geleneği içinde liberalliğe getirilen katı ve bazen radikal eleştiriyi anlamak ve takdir etmekte de henüz yeterli olmadığıdır. (“Avrupa-Amerikan” kullanımı Avusturalya ve bu anlayışa katkıları olmuş diğer yerleri de kapsamaktadır.)

Modern İslam düşüncesindeki diğer eğilim veya grup ise daha zayıftır, yavaş ama umarım istikrarlı ve kesin bir şekilde ortaya çıkar. Aydınlanma düşünce biçimine boyun eğmemiş Faslı dil, mantık ve ahlak filozofu Taha Abdurrahman’ın önderlik ettiği İslami eleştirel ekoldür. Yapıcı-eleştirel yaklaşımı, ümit verici ve yenilikçi bir düşüncenin ve hitabetin yolunun başlangıcını işaret etmektedir.

TAHA ABDURRAHMAN’IN DERİN AHLAKÎ SORGULAMALARININ MEVCUT BATI AKIMLARI TARAFINDAN SİNDİRİLEMEYECEĞİ KESİN

Şimdi, demek istediğim bu grupların hiçbiri kısa vadede Batılı düşünürlerin dikkatini çekecek gibi gözükmüyor, çünkü “Müslüman liberaller” (ezici çoğunluğa sahip olanlar) Batılı mevkidaşları tarafından üçüncü ya da en iyi ihtimalle ikinci derece entelektüeller veya birtakım taklitçiler olarak kabul edilirler. Batı’da kızışan liberalizm üzerindeki sert tartışmalar her ne kadar problemli ve bencil olsa da Müslüman liberallerin hiçbir düşüncesi ve pratiği bu tartışmalar için bir değer taşımaz. Dahası kolektif olarak durdukları yer liberal iddiaların ve değerlerin tasdiklendiğini gösterir. Buradan iki kaçınılmaz sonuç doğar: bu iddialar güçlenip eleştiriden etkilenmez hâle gelirler, ardından da liberal devletlere İslam devletlerini gönül rahatlığıyla sömürebilmeleri için mazeret olarak gösterilirler. Dahası bu taklitçilerin kaderi de kaçınılmaz olarak modern zaman öncesi mücahitlerinin, ve mukallid olarak görülen yarı-mücahitlerinin sonu gibi hor görülmek olacaktır. Bunu için kimse Avrupalı düşünürleri suçlayamaz. Taklit yasal ve ahlaki bir uygulama olarak gerekli olabilir, ancak eleştirel düşünce analiz alanında asla saygı göremeyecektir. Mukallid kısaca söyleyecek hiçbir şeyi olmadan gevezelik edendir.

Öte yandan, uzun vadede ikinci grubun cazibesinden oldukça umutluyum, çünkü ümit vadeden bir değişimin ifadesi olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar Abdurrahman düşünce sistemine Avrupa felsefi geleneğin büyük bir kısmını sindirdikten sonra ulaşmış olsa da, Batı aydınlarının genel yolu ile Abdurrahman gibi yaklaşımlar arasındaki karşıtlıkları bence aşılamayacak kadar derin. Bu yüzden, yaygın Batı düşüncesi Faslı filozofun eserlerini ve benzerlerini fark etse ya da bunlara erişse bile, onlarla ne yapacağını bilebileceğinden emin değilim. Dil engelleri olsun ya da olmasın, bu ekolün ortaya koydukları hangi standartlar söz konusu olursa olsun, aşılması hayli güç sorgulamalar. Ama bakarsınız belki bu sorgulamalar İslam’la alakalı birçok olguyu ilginç Oryantal oyuncaklar kategorisinden çıkarır. Abdurrahman’ın derin ahlakî sorgulamalarının mevcut Batı akımları tarafından sindirilemeyeceği kesin.

Söyledikleriniz bir çıkmazda olduğumuza işaret ediyor. Bundan sonraki adım ne olmalıdır?

Şimdiye kadar, bir çıkmaz söz konusuydu, bu çıkmazda ancak iki grup henüz tanışmadı. Etkileşim henüz gerçekleşmedi ve eğer gerçekleşirse asıl çıkmazın ne olduğunu o zaman göreceğiz.

Ancak şu ana kadar bir değiş tokuşun başlangıcı bile yok görünürde. Michael Sandel, Alasdair MacIntyre, Charles Taylor ya da onların kalibresinde olan ya da aynı görüşü taşıyan herhangi birinin Taha Abdurrahman ya da bir başkasıyla bu konuda diyaloğa gireceğini sanmıyorum. Hatta büyük olasılıkla, bu filozoflar Adurrahman’ın adını bile duymamışlardır ve açıkçası, Taylor gibi düşünenlerin bile kendi entelektüel dünyalarından çıkıp ve böylesi bir çaba göstermekle ilgileneceğinden şüphe duyuyorum. Ve böyle bir filozof grubunun bile bu iletişimi kurma ihtimali bu kadar uzakken, başkalarının katılması için neredeyse imkânsız diyebiliriz. Impossible State’de Müslüman dünyasının üzerinde durduğu bazı sorular Batı entelektüellerinin sindirilebileceğini umduğum bir çerçevede ele almaya çalıştım. Ayrıca kitabın sonunda Müslüman aydınlarını sorunları en azından bir parça dahi olsa Batılı izleyicinin ya da Batılı aydınların anlayabileceği şekle sokmaya çabalamaya davet ettim. Ancak bu kendi içinde kesinlikle yeterli değil. Daha önce de söylediğim gibi bunun için Batılı aydınların dinlemesine yetecek ağırlıkta ve sayıda farklı ve eleştirel düşünce yoğunluğu şart.

Bilgi arayışı İmam Gazali’nin -veya Aquinas etiğindeki gibi kendi ortamında ortaya çıkıp şekillendiği zamanki gibi- ahlaki sebeplerle, etiğe katkı sağlayacak amaçlarla arandığında, bu imgenin hakikatini anlıyor ve kabul ediyorum. Fakat modern dünyadaki dönüşümler ve Schmittian politikasının gücü olduğu ortaya çıkan bilgi ile iktidar arasındaki benzeri görülmemiş karmaşıklık, bu gördüğümü masal hâline getiriyor. Eğer siyaset “silahsız savaş” demekse o zaman hiç şüphesiz, akademik olsun olmasın bilgi de “siyaset”, yani “savaş” demektir. Bilginin, pamuk elli profesörlerin ve sakallı yaşlı hocaların ve öğrenmeye istekli öğrencilerin meşgalesi olması bu bariz gerçeği asla değiştirmemeli yahut maskelememelidir. Aslında bu durum en büyük modern aldatmacalardan biridir. Müslüman entelektüeller ve sonsuz sayıda insan, insanı titreten metaforun gücünü henüz sindirmiş değildir.

 “MÜSLÜMAN DÜNYASI”  MODERN MÜSLÜMAN ENTELEKTÜELLERDEN ÇOK DAHA FAZLASIDIR

 Müslüman entelektüellerin modern çağ ile birlikte değişen bilgi ve güç ilişkisini sindirmedeki eksikliklerinden bahsettiniz. Peki bu durumda, Batılı entelektüellerin sorumluluk payı hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Elbette. Her ne kadar kimi bilginler İslam’ın ve islamî geleneklerin entelektüel etkileşim için verimli bir ortam olarak tanıtılması adına üzerine düşen görevi yerine getirmiş olsalar da; önde gelen Batılı entelektüellerin bu konudaki katkısı şimdilik cüzi miktarda kalmıştır. Fakat bu önde gelen aydınlar için, Avrupalı veya Amerikalı olmayanlar ülkelerde 19. yüzyılın boyunca pek sözü edilecek bir hareketlilik göstermemiştir. Avrupa-Amerika adına geniş, paradigmatik bir çerçeveden baktığımızdaysa, dünyanın çoğunluğu Avrupa-Amerika olarak görmeye devam edip kalanını dipnotları olarak algıladığını görürüz.

Liberal Batı dünyasında 17. yüzyıldan bu yana aynı düşünce kalıplarının neredeyse kesintisiz olarak devam ettiğini unutmak oldukça safça ve nahoş olurdu. En başta iki yüzlü John Locke ve neo-romen hukukçular başta olmak üzere, Avrupalıların ve Amerikalıların,  özgürlük ve bağımsızlığı sayısız yönden didik didik irdeler, monarşiye karşı canını dişine takarak savaşarak başlarından atarken kendi ülkelerinde ve sömürgelerde baskıya maruz bıraktıkları insanlar için tek bir kıllarını dahi kıpırdatmamış olmaları da hayret vericidir. Locke bir yandan şahsi servetini durmaksızın köle ticaretine harcarken, diğer yandan da özgürlük ve bağımsızlığında en şiddetli savunucularından biri olmuştur, ikisini aynı zamanda yapmıştır!  Amerika’nın kurucularının çoğu da aynısını yapmamış mıdır? İstisnai birkaç ses dışında Aydınlanma düşünürlerinin hiçbiri insan haklarını ve siyasi özgürlüğü baskı yaptıkları insanların da bu haklardan yararlanmasını sağlayacak derecede idrak edememiştir, onların gözünde onlar sanki insan değildir.

Bu sadece arka planda gelişen bir olay. Bu arka planın bir başka yüzü de Batılı entelektüellerin hayret verici bir gafletle ya da belki yetersizlikle Roxanne Euben’in dahiyane tabiriyle “düşmanlarını aynada görmeleridir”. “Din”, “dindar”, “metafizik” gibi eskimiş kavramların etrafında dönüp durarak, son üç yüzyılda kendi kendilerine yarattıkları ayaklarına dolaşan metafiziği görmekten aciz kalmaktadırlar.

Bu konuda söylenecek çok şey var. Elimden geldiğince özetlemek gerekirse paradigmatik açıdan Batılı entelektüel gelenek, diğer ve özellikle İslami geleneklerle ne uzak ne de yakından etkileşime girmedi. Onun yerine, üç yüz yıllık geçmişi boyunca böyle bir etkileşimi daima uzaklaştırmış ve hasıl olan zorunlu ve tehdit niteliği dahi taşımayan kısa etkileşimlerdeyse saygısız, kınayıcı bir tutumla yargılamıştır. Batı kültürünün kendisini aklın ve rasyonel sorgulamanın merkezi olarak tanımlamasıysa inanılmaz bir ironi!

 Kimileri sizin de dile getirdiğiniz gibi modern İslam felsefesinin özgünlükten yoksun oluşunun Batılı entelektüellerin Müslüman dünyasıyla etkileşim hâlinde olmamasını haklı bir sebep olarak görmektedir. Sizin bu konudaki yorumunuz nedir?

Size olabilecek en kısa cevabı vereceğim “Müslüman Dünyası”  modern Müslüman entelektüellerden çok daha fazlasıdır. Modern İslam olarak adlandırdığımız kısımdan çok daha zengin ve karmaşıktır.

 İSLAM TARİHİNİ VE GELENEĞİNİ AKIL VE YARATICILIKTAN YOKSUN OLMAKLA SUÇLAYAN MÜSLÜMAN DÜŞÜNÜRLERİN YAPTIĞI, GÜLÜNÇ BİR BATI TAKLİTÇİLİĞİDİR

 O zaman belli ki gerçek bir diyalog kurulması için her iki tarafın da yapması gereken çok şey var, peki her iki taraf da aynı derecede mi mesuldür?

Meselenin miktarla ya da belli ölçülerle tanımlanabileceğinden emin değilim. Ancak, Batı’nın görmezden geldiği, muazzam ahlaki bir zorunluluğu yerine getirmesi gerektiğini söyleyebilirim. Öte yandan, Müslüman entelektüeller de maalesef benzer bir şekilde günden güne küçülen dünyadaki kendi sesini ve kimliğini bulama konusunda başarısız olmuştur. Öte yandan, şiddetle İslam tarihini ve geleneğini akıl ve rasyonel yaratıcılıktan yoksun olmakla suçlayan Müslüman düşünürler (ve düşünmeyenler), bu yaptıklarının taklitten ibaret olduğunun farkında bile değillerdir. Foucault, Derrida veya Batı’daki herhangi bir popüler ismi taklit etmekten ileriye geçemeyenlerin, kalkıp da “ortaçağ aklını” veya daha doğrusu aklın “yoksunluğunu” eleştirmelerini çok ironik buluyorum. Fakat hepsinden kötüsü, liberalizmi, kendi eleştirel düşünce süzgecinden geçirmeden taklit ediyorlar. Birkaç istisna hariç, hiçbiri körü körüne taklit ettikleri düşünce sisteminin eleştirel incelemeye dayanıp dayanmadığını sorgulamış dahi değiller. Kendilerini, geçtiğimiz yüzyıllardaki Müslüman aydınlarını haksız yere kondukları pozisyona koydular. Ne ironi ama.

Geçmişte yaşamış Müslüman entelektüeller, günümüz İslam dünyasındaki ve Batı’daki diğer entelektüellere kıyasla şartları çok daha net bir şekilde değerlendirebiliyorlardı. Örneğin, sözde “hukuki” ve entelektüel İslami gelenekler, yüzyıllar boyunca defalarca, doğal bireyin ne kadar ahlaki sorumluluk taşıyabileceği ve ne kadar taşıması gerektiği sorusuyla karşı karşıya kalmıştır. Her durumda, Müslüman hukukçular ve “yasal olmayan” meslektaşları olan entelektüeller, bireyin ahlaki sorumluluğundan feragat etmesini, yasaklama görüşüne bağlı kalmakta karar kılmışlardır. Eğer birey, hayatı için nihai sorumluluğu taşımakla yükümlüyse, sonuçlarından da mesul olmalıdır. Batı dünyasında bu bağlantının kopmasının ne kadar ciddi ve zalim sonuçlara yol açtığını, şimdilerde hayatımızı yöneten çok uluslu şirket örnekleriyle gözlemleyebiliyoruz.

Müslüman düşünürlerin de, Batılıların benimsemesi gerektiğini düşündükleri çıkarımların temel değerlerinin ne olduğuna dair adam akıllı bir tanım bulmak imkânsız. Bildiğim kadarıyla bu çıkarımların hiçbiri, liberallik kavramının (a) bir yaşam biçimi olarak sürdürülebilmesinin imkânsız oluşu; (b) kontrol edilemeyen ve yıkıcı kapitalizmin gelişmesinde ki temel bir öge oluşu, (c) toplum ve aile kurumlarının dağılması üzerindeki büyük etkisi (d) tekinsiz ve ahlaki açıdan zayıf bireyler oluşturması ve daha birçok farklı açıdan özellikle olumsuz bir incelemeye tabi tutmadı. Batıdaki hâkim görüşün bu sorularla pek yakından ilgilenmediği malum; bu konuda yaptıkları konu üzerindeki küçük sorunların çaresine bakmaktan ileriye geçmiyor. Ancak Müslüman entelektüellerin de bu konuda en az Batılı mevkidaşları kadar ciddi adımlar atması lazım; hatta onlara merkez liberallik kavramı ve uygulamaların yapısal yanlışlarını ve yıkıcı etkilerini göstermek için önayak olmalılardır.

Müslüman aydınlar entelektüel varlıklarını ortaya koymak ve ilk intibahın ilerisine geçmek için zaten çabalamadıkları, Avrupa-Amerikan entelektüel ezgilerini böyle beceriksizce prova etmeye devam ederlerse kürsüye çıkmak için sıra beklemekten kurtulamazlar…

BATILI ENTELEKTÜELLER ÜZERLERİNE DÜŞEN GÖREVİ YERİNE GETİRMENİN YANINDAN DAHİ GEÇMİYORLAR

Peki Batılı entelektüeller hakkında neler söyleyebiliriz?

Yani, üzerlerine düşen görevleri yerine getirmenin yanından dahi geçmiyorlar. Sömürge geleneğinden gelen ve sömürgecilerin veliahtları olarak, ahlaki olarak yakıp yıktıkları sömürgeleri, iyileştirmek zorundalar. Dünyanın çoğunu tahrip eden bilgi / güç sisteminin ayrılmaz bir parçası ve epistemik bir bütünlük olarak böyle ahlaki bir yükün altına girmekle yükümlülüler. Ahlaki olarak Dikkatle dinlemek, mütevazı ve düşünceli bir şekilde sorun üzerinde çalışmakla sorumlular. Belki de onlar için çok fazla şey bekliyorumdur.

Batılı modern düşünce İslami düşünce üzerinde ne tip baskılar kurdu?

Düşünce ve rasyonel sorgulama alanında, fikirler ancak kavramsal olarak var olmalarına izin verdiğimiz ölçüde kısıtlayıcı hâle gelebilir. Efendinizin demir zincirlerini kırmak; yıkıcı silahlarını size karşı kullanabilecek güçlü efendilerin açıkça görebileceği bir eylemdir. Ama bu zihinsel faaliyetler için geçerli değildir. Zihinsel faaliyetler gizlidir.  Kişi fiziksel olarak esaret altındayken, zihinsel olarak özgür olabilir.  İstediğini düşünmek ve zihninde dünyayı kendi istediği hale getirmekte özgür olabilir. Yani sorunuzun kısa cevabı şu: entelektüel anlamda Batının dünyanın geri kalandan daha baskın olması mazeret olarak kabul edilemez. Bu denli büyük sömürgeci bir gücün fiziksel kısıtlamalarından kurtulmanın zorluklarını anlayabiliyorum (Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nin Afganistan üzerindeki baskısı yahut İsrail’in Gazze üzerindeki baskısı ); ama zihinsel ve entelektüel köleliği anlayamıyorum. Avrupalılar ve Amerikalılar Müslümanların, Afrikalıların ve diğerlerinin zihinlerini köleleştirmek için sarf ettiği ve etmeye devam ettiği çaba bu insanların köle haline gelmelerini haklı çıkaramaz.

ORYANTALİZMİN GÖRÜNMEYEN (BİLİNÇALTI) TEMELİ, MÜSLÜMANLARIN HER ŞEYİ BATI’DAN ÖĞRENDİĞİ FİKRİ ÜZERİNEDİR

Geçmişte İslam düşünürlerinin yabancı kaynakları kendi düşüncelerini zenginleştirmek için kullanmalarına örnek olarak Abbasi Halifesi al-Memun ve Beyt ül-Hikme’nin antik Yunan metinlerini tercüme etmesi ve bu metinlerin İslami felsefe, metafizik ve başka birçok alana yaptığı katkıları gösteren, dolayısıyla Müslüman düşünürlerin modern Batı felsefesiyle yine aynı şeyi yapması gerektiğini öne süren görüşe katılıyor musunuz?

Bu bana sıklıkla yöneltilen önemli bir soru. Öncelikle Beyt ül-Hikme’nin hikâyesi esasen, 19. ve 20. yüzyıllardaki farklı şekillerde defalarca tekrar edilen oldukça Doğu’ya özgü geleneksel bir olay örgüsüyle devam eder. Burada amacım Beyt ül-Hikme olayının” tarihi geçerliliğini sorgulamak değil, ondan ziyade tarihe getirilen yeni yoruma ve muayyen bir kimliğe nasıl da yapboz parçası gibi oturduğundan bahsetmek istiyorum. Bu hikâyeye benzer bir sürü hikâye var, hepsinin ana fikri de bağımsız ve sömürge olamayan kimliğin içini boşaltan “kültürel ödünç”. Mesela, Joseph Schacht aynı hikâyeyi hukuk alanına uyarlayarak “İslami hukukun” onların Batı kaynaklı olarak kabul ettiği Roma, Bizans ve Yahudi hukukundan ödünç alındığını iddia etti (bu baştan aşağı uydurma).  Bu teze göre, İslam, hukuk kültürünü yani medeniyetin “özü ve çekirdeğini” her zamanki gibi Avrupalılardan öğrendikleriyle ve ödünç aldıklarıyla inşa ettiler(!). Ve yine bu düşünceye göre, şu anda hikâye devam ediyor, modernlikle birlikte, bu yeni dünyada “eski” İslam’a yer yok. Bu nedenle Müslümanlar bir kez daha Batı’ya bakmalı ve tıpkı daha önce yaptıkları gibi bir kez daha “öğrenmelidirler”. İşte Oryantalizmin görünmeyen (bilinçaltı) temeli Müslümanların her şeyi her zaman Batı’dan öğrendiği fikri üzerinedir. Beyt ül-Hikme’nin hikâyesi de aynı müziği farklı enstrümanlarla çalmaktan ibarettir.

Burada söylemeye çalıştığım şey, Müslüman entelektüeller, Avrupa-Amerika’yı ve Aydınlanma’yı taklit etmeyi bırakmalı; diğer kültürler, özellikle de Asya hakkında incelemeler ve araştırmalar yapmalı ve ayrıca kendi geleneklerini, onun saymakla bitmeyen alt geleneklerini de göz önünde bulundurarak dikkatle etüt etmelidir. Belki de, Güney ve Doğu Asya, Avrupa-Amerika’dan çok daha fazlasını barındırıyordur. Beyt ül-Hikme, akılda ve eleştirel düşüncede başlayan ve sınır çizilemeyen ve sınırlandırılmaması gereken bir dünya olmalıdır. Yine de, tüm bunlara yelken açarken yapılması gereken en temel şey eleştiriye ve bağımsız düşünceye mümkün olan en azami önemi göstermektir.