Fatih Baha Aydın’a 2018 Attila İlhan Edebiyat Ödülleri’nde “İlk Roman Vakıf Özel Teşvik Ödülü”ne ve Necip Fazıl Ödülleri’nde de “İlk Eserler” ödülüne layık görülen romanı Bihaber’i sorduk. Romanın değindiği yalan ve hakikat zıtlığı üzerinden hayatı, akademiyi ve “bihaber olduğumuz hâllerimiz”i konuştuk.
SÖYLEŞİ: BETÜL DURDU, RIDVAN TULUM
Roman bize akademik eserlerin açamayacağı ufukları açabilir. Hayatımızı değiştiren kitaplar çoğunlukla romandır. Bunu daha önce de dedim ama tekrar edeyim. Kâzım’ın dile getirdiği hakikat, akademisyenlerimizdeki okuma düşmanlığı asıl. Akademisyenimiz gerçekten okumuyor. Okumuyoruz… Normalde haftada en az bir ciddi kitabı bitirmemiz lazım. Yani yılda altmış ile yetmiş kadar ciddi kitap okumamız gerek işimiz gereği… Ama yapmıyoruz. Bunu yapmadığımız gibi, tembelliğimizle övünüyoruz.
Bihaber ilk romanınız. Bu romanda ölümün sanatçıyı ne denli değerli bir hâle getirebildiğine vurgu yapıyorsunuz. Hatta neredeyse hiç olmamış bir sanatçıyı bile. Kâzım karakteri, Suat Hanım’ı inşa ediyor, büyük bir ressam olarak sunuyor onu çevreye. Sormak istediğim soru şu: Ölüm, neden sanat çevresinde bu denli değerli bir şey? Geriye doğru bir tarih yazımı yapıldığında “ses çıkaracak” birinin olmamasından dolayı mı?
Dediğinizde haklısınız. Biz bugün sadece geriye dönüp bakmıyor, onu aynı zamanda yeniden yaratıyoruz. Bunun farkına varmaya başladık sanırım. Öyle ki Batı’da, Rönesans’ı sorgulayan akademisyenler türedi. “Acaba çok mu gözümüzde büyüttük?” diye soruyorlar… Sanatçı öldüğü vakit malum, eser verebilme imkânını kaybediyor. Böylece geride bıraktığı tablolar, şarkılar, romanlar vesaire, birden “Yitip gitmiş bir ustanın tarihe attığı imza” gibi algılanmaya başlanıyor. Tabii belli bir sanat değerleri varsa… Fakat bunu doğal karşılamak lazım. Birini kaybettiğimizi hayal edelim. Yıllar geçtikçe iyi huylarını daha da iyi anımsamaya başlarız genelde. O yüzden sanatçılara romantik bir nazarla bakılmasını yadırgamamak lazım. Eşyanın tabiatını inkâr edemeyiz.
EDEBÎ METİNLERDE HATTA SİNEMADA GÖRMEK İSTEDİĞİMİZ KARAKTERLER ÇOĞUNLUKLA MAĞDUR OLMUŞ KARAKTERLER
Yayın dünyası, hatta daha geniş bir çerçevede konuşacak olursak sanat dünyası, her zaman mağduriyet üzerinden kendini biçimlendiriyor. Kitabınızda Kâzım’ın öğrencisinin de söylediği gibi; “Türkiye’de mağdur görülmek için bir vakitler hasta veya akıl sağlığını kaybetmiş olmak lazımdı. Sonra Yahudi, Ermeni veya Rum olmak gerekti. Sonra da devrimci. Gelecekte belki de dindar olmak gerekecek. Belki de homoseksüel. Bilemiyorum. Ama şimdi de Kadın olmak vakti. Toplum baskısına maruz kalmış kadın, günümüzde ne yazarsa yazsın, iyi bir romancı kabul edilmek zorunda.” Beğenilerimiz, biraz da bu mağduriyetlerin tahakkümü altında belirleniyor diyebilir miyiz? Ek olarak, Bihaber’de Suat Bey’in çalışmalarından Suat Hanım inşa edilmesi, akademiyi ele geçirmiş olan “kadın çalışmalarının” içi boş olduğuna bir vurgu mu?
Bazı insanları vardır ki sürekli mağduru oynamak isterler. Her fırsatta alınırlar, yahut altından kalkamayacağınız bir iyilik yaparlar ki mukabele edemeyesiniz… Aslında onlar mağdur olarak, bir nevi akredite olurlar. Böylece geriye dönüp baktıklarında yaptıklarında asla kusur görmezler… Mağdur olduğunu hisseden insan aslında kendini haklı da görür… İlginçtir, edebî metinlerde hatta sinemada görmek istediğimiz karakterler de çoğunlukla mağdur olmuş karakterler. Aksi örnekleri de mevcut fakat genel eğilimin bu olduğunu düşünüyorum. Dizilerdeki aldatılmış, terk edilmiş kadınların sayısını bir çıkarsak…
Akademideki kadın çalışmalarının içi boşluğu hakkında sabaha kadar konuşabilirim. Biz bilgi üretme noktasında Batı’nın gerisinde kalmış bir milletiz. Bunu kabul ediyoruz. Ama kadın/cinsiyet çalışmalarında iyi bir yerdeyiz diye düşünüyorum. Bizde de, en az Batı’daki kadar saçma çalışma var. O konuda hakkımızı yemeyelim (!) Şöyle bir düşünüldüğü vakit, feminist çalışmaların dolu olma şansı yok. Bana kızacaklar ama yapacak bir şey yok. Çok absürt temellerin üstüne kurulmuş bir çalışma sahası. Güya kadınların hak mücadelesi, feminist yazarların düşünceleri ile gelişmiş, ivme kazanmış… Sanayi devrimi ile birlikte kadınlar emek piyasasına girmek zorunda kalmasaydı, yirminci yüzyılda doğum kontrol hapı gibi bir takım teknolojik yenilikler hayatımıza girmeseydi, bu literatür asla oluşmayacaktı. Kendilerine lüzumsuz bir kıymet veriyorlar bu çalışma alanındakiler… Ayrıca Marksist bir bakış açısıyla insanlık tarihini okuyorlar. Buna göre kadın ile erkek, ayrı birer sosyal sınıf gibi milyonlarca yıllardır bir güç mücadelesi içinde. Bu sadece yanlış bir varsayım değil, çok da anakronik bir düşünce şekli. Kadın ile erkek aslında binlerce yıl boyunca “doğa” ile mücadele noktasında ortaktı. Son yüzyılda doğaya tahakküm ettik de can sıkıntısından birbirimize sardık. Olan bu.
“BEN ROMANI TEZ YAZAR GİBİ YAZIYOR, AKADEMİK BİR TERBİYE İLE ÇALIŞIYORUM”
Akademisyen Fatih Baha Aydın ile yazar Fatih Baha Aydın’ın arası nasıl?
Şu aralar doktora tezimle meşgulüm. Akademisyen adayıyım desek daha doğru olur sanki… Her ikisinin de birbirinden zaman çaldığı düşünülürse, aralarının pek iyi olduğu söylenemez. Tuhaftır, bazen içimden bir roman karakteri “Beni yazsana” diye sesleniyor. Susturmak zorunda kalıyorum tabii.
Ben romanı tıpkı bir tez yazar gibi yazıyorum aslında. Bu açıdan bakılırsa akademik bir terbiye ile çalıştığımı söyleyebilirim. Romanın iskeletini Excel’de yapıyorum mesela. Hangi bölüm kaç kelimeden oluşmuş, hangi karakteri ne kadar anlatacağım, hep Excel’e yazıyorum. Başka detaylar da bu dosyada oluyor. Yazar tarafım akademik gelenekten besleniyor yani. Bir şey veriyor mu? Bunu zaman gösterecek sanırım.
Romanınızda Kâzım, öğrencilerine “Roman okumayı kimler seviyor” diye sorduğunda, az sayıda parmağın kalkmasına seviniyor ve içinden “Roman okumayı sevmeyenlere bir şeyler öğretmek kolaydı. Çünkü dimağları yanlış ve taraflı bir bilgiyle kirlenmemişti” diyor. Kazım’ın böyle ters bir mantıkla hareket etmesinin sebebini nasıl açıklarsınız? Oysa roman, bize hayatı sorgulama ve öğrenme cesareti vermez mi?
Bunu ironi yapmak maksadıyla yazdım. Elbette Kâzım gibi düşünmüyorum. Ama acı olan şu ki, çoğu akademisyen Kâzım’la hemfikir. Açıktan demezler fakat hayatlarına baktığınız zaman bunun böyle olduğunu görürsünüz. Roman bize akademik eserlerin açamayacağı ufukları açabilir. Hayatımızı değiştiren kitaplar çoğunlukla romandır. Bunu daha önce de dedim ama tekrar edeyim. Kâzım’ın dile getirdiği hakikat, akademisyenlerimizdeki okuma düşmanlığı asıl. Akademisyenimiz gerçekten okumuyor. Okumuyoruz… Normalde haftada en az bir ciddi kitabı bitirmemiz lazım. Yani yılda altmış ile yetmiş kadar ciddi kitap okumamız gerek işimiz gereği… Ama yapmıyoruz. Bunu yapmadığımız gibi, tembelliğimizle övünüyoruz.
“Hocam gel bir çay içelim…” Bakın üniversitelerimizde bundan daha zararlı bir cümle yoktur! Herkes birbirinin odasında çay içiyor. Artan vakitlerde de “Uluslararası” dergilere makale yazıyor. Roman gibi fuzuli işler de bu kadar önemli bir insanın dünyasında kendine yer bulamıyor (!)
“ÖVGÜ” BİZİ ZEHİRLİYOR
Bu bizim klasik sorumuz sayılır: Günümüzde bir şeyin hikâye oluşunun kolaylaştığını düşünüyoruz. Bir şeyi çabucak hikâye diye sarıp sarmalıyor ve servise hazır bir hâle getiriyoruz. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Benim de cevabım klasik olacak… Bir olayı veya fikri hikâye haline getirebilmek için cümlelerin ve kelimelerin kafamızda demlenmesi gerek. Twitter, havuz problemlerinde karşımıza çıkan dipteki delik gibi. Demlense güzel bir hâle gelecek fikirleri birkaç beğeni için orada harcıyoruz. Sabırlı olabilsek çok daha yetkin eserler vereceğiz. Benim yaş grubum edebiyatçıların Twitter’ı nasıl kullandığını bu piyasayı biraz takip eden bilir… Altın günü usulü, herkes sırayla birbirini övüyor. Bu denli hızlı geri bildirim almak da bizi zehirliyor…
Fakat tek taraftan bakmamak lazım. Ucuza hatta bazen ücret ödemeksizin bilgiye ulaşabildiğimizi de hesaba katmamız gerek. Bu da paketleme işinin hızını artırmış olabilir. Sanat eserlerinin değeri çoğu kez zamana ne kadar direnebildiği ile ölçülür. Bu hız bizim aleyhimize. Kimsenin yavaşlayacak takati yok.
Bihaber, zamanı tam da belirtmeyen, zaman kalıplarının olmadığı, sadece son 20-30 yılda geçtiğini tahmin ettiğimiz bir roman, bu bakımdan soracak olursak, aktörler değişse de Türkiye’deki mevcut kültürel atmosfer her zaman aynıydı, öyle değil mi? Yani roman 30 sene önceyi de anlatıyor olsa da aslında bugünü, bugünü anlatıyorsa da 30 sene önceyi anlatıyor…
Sizin de dediğiniz gibi, kültürel atmosfer dün neyse bugün de aynı. Entelektüel olmak adına Mozart dinlemesi gerektiğini düşünen insanlar vardı önceden. Bunlara ben de yetiştim. Şimdi de tam tersi. Ney veya tambur sesini sevmek zorunda olduğunu düşünenler var, ecdadımızdan miras kalan sazlar diye. Ben tambur çalıyorum. Ama inanın, dünya üzerinde bana daha fazla keyif veren bir enstrüman olsaydı, hangi kültüre ait olursa olsun gidip onu öğrenmek isterdim. Türk müziğini bir kompleksten kaynaklı değil, objektif olarak seviyorum. Ama kültürel iklimi tekil örnekler değil kalabalık oluşturuyor. Roman bugünde geçseydi, sadece birkaç değişiklik yapmam lazım gelirdi. Bu acı bir gerçek ama öyle… Yaşı yetmişe gelmiş kıymetli bir yazarımız, kitabımı okuduktan sonra şöyle demişti: “Senin romanındaki Kültür Bakanı… Ben hayatımda bir sürü kültür bakanı tanıdım, hepsi de onun gibiydi…”
Kitabınız 3 temel bölümden oluşuyor; Hakikati İnkâr, Hakikati İdrak, Hakikati İnşa. Bu üç bölümün isimlerinden yola çıkarsak, Hakikati İnkâr, aydınlanmayı, Hakikati İdrak, modernizmi, Hakikati İnşa ise Post-modernizm’i mi eleştiriyor?
Keşke bu soruya evet diyebilseydim. O zaman çok daha havalı bir cevabım olacaktı… Fakat böyle bir niyetle yazmadım açıkçası. Burada bir ironi var. Kelime manası olarak hakikat; asıl olan, “künh”, gerçek demek. Objektif, kişiden kişiye değişmez bir kavram. Fakat biz insan olarak böylesi ilahi bir kavrayışa sahip değiliz, olamayız. O yüzden “hakikat” dediğimiz zaman biz çoğu zaman aileden, mensubu olduğumuz sosyal sınıftan, tecrübelerimizden elde ettiğimiz çıkarımları kastediyoruz. Bize göre hakikat bu… Buna göre hayatımızı üçe ayırabiliriz. Bu değerleri önce inkâr sonra idrak ettiğimiz, nihayet bir sonraki nesle aktardığımız dönem. Yani kendi sübjektif hakikatimizi inşa ettiğimiz zaman. Diyalektiği andıran bir taraf var… Kâzım’ın çocuğu olmadığı için hakikat bildiği değerleri eseri –yani bu durumda söylediği yalan- ile bir sonraki jenerasyona aktarıyor. Romandaki üç temel bölümün adı buradan gelmekte.
Romanınızı Mehmed Niyazi Beyefendi’ye ithaf ediyorsunuz. Mehmed Niyazi Hoca ile tanışıklığınızdan bahseder misiniz, neden bu romanı Mehmed Bey’e ithaf ettiniz?
Rahmetli hocamı çocuk denecek yaşta tanıdım. Allah karşıma onu çıkarmasa yazar mıydım, gerçekten bilmiyorum. Tanıdığım en güzel konuşan insandı. Çocuk yaşta böylesi figürler insanı etkiler. Ben de etkilendim. İlk öykümü yazdığım vakit hocamın masasına bırakmıştım. Çok beğenmişti. O günkü sevincimi sanırım hiç unutmam. Birkaç kişiyi aramıştım, “Biliyor musun, Niyazi hoca öykümü beğendi!” diye… Yıllar içinde onu o kadar çok dinledim, ondan o kadar istifade ettim ki, kitabımı Mehmed Niyazi’ye ithaf etmemem düşünülemezdi. “Sen benim evladım gibisin” dediğini çok işittim. O yüzden ona ithafım, bir evladın ebeveynine duyduğu minneti ödeyemese de, ödemeye çalışması gibi bir şeydi sanırım.
KÂZIM DA TIPKI BİZİM GİBİ KENDİNDEN “BİHABER”
Son olarak, Kâzım karakteri kendi söylediği yalana inanıyor. Bizler de zaman zaman kendi söylediğimiz yalanlara inanmışızdır muhakkak. Kişinin kendi söylediği yalana inanması bir cesaret göstergesi olarak okunabilir mi? Çünkü yalan başkaları için söylenir…
Kişinin kendine söylediği yalan, cesaretten ziyade korkaklık göstergesidir bence. Yalan çocukken başkasına söylenir. Büyüyememiş yetişkinler de böyle yalan söyler gerçi… Ama belli bir yaştan sonra insan çoğunlukla kendine yalan söyler. Gerçeklerle yüzleşmemek adına. Goethe’nin bir mektubunda geçiyor sanırım, “Din değiştirmek mizacıma uygun değil” diyordu. Bu bir fıtrat meselesi mi halbuki? “Din değiştirecek cesaretim yok” demek yerine yalan söylüyor ve işi mizaca bağlıyor. Bu korkaklığı en büyük düşünür de dâhil hepimiz yapıyoruz. O yüzden bunu cesaretten ziyade korkaklığın, büyüyememenin bir göstergesi olarak görüyorum.
Kâzım da hepimizin yaptığı korkaklığı yapıyor. “Bana miras kalan bir takım değerler var. Babam istediği için akademisyenim. İçimdeki bu boşluğun sebebi travmalarımdır.” diyemiyor ve yalan söylüyor. Kâzım da tıpkı bizim gibi kendinden “bihaber”.