Bir kelimeye takılmak, sadece entelektüellerin sorunu değil. Kızlar annelerinin, anneler kızlarının, oğullar babalarının, babalar oğullarının, âşık maşukun, maşuk âşığın fi tarihinde ağzından çıkan o sözü hâlâ unutamıyor, o söze takılıp kalıyor, asıl meseleyi anlayamıyor. Şarkının nakaratı o söz olan bir şarkı söylüyorlar, ana teması o söz olan bir hikâye anlatıyorlar. Arkadaşlarına, sevgililerine, terapistlerine. Entelektüeller de bir söze, bir kavrama takılarak kavga ediyorlar yıllardır. Bir başka ifadeyle, gerçeğe takılıp hakikati ıskalıyorlar.
İBRAHİM PAŞALI
Suç oranının çok düşük olduğu İskandinav ülkeleri, ne ilginçtir ki polisiye dizileriyle de meşhurdur. Huzur denilince akla ilk gelen bu Nordik ülkeleri, dünyaya çok iyi polisiye hikâyeleri anlatıyorlar, çok iyi gerilim dizileri yapa-biliyorlar. Suçtan ve gerilimden uzak yaşayan bu huzurlu Nordikler, bunları nereden ve nasıl biliyorlar?
“Kurgu onlar, gerçek değil” uyarısına gerek yok ey canısı! Yazının başındayız daha, hevesimi de kalbimi de kırma. Kurmaca ile gerçeği birbirine karıştırıyor değiliz. Dahası, senin “gerçek” diye anlattıkların da kurmaca/kurgu, fakat daha bundan bile bihabersin. Hiç düşündün mü, gerçek ile hakikat arasındaki farkı niye açıklayamıyorsun?
Kırk beş yıldır güneşin altında, dünyanın üstündeyim. Yıllardır güneşin altında olmama rağmen huyum kurumadı, kırk yaşındayken de espri yapıyordum. Kırk yaş travmasını anlatmak ve atlatmak için: “Kırk yaşındayım, Efendimiz gibi kırk yaşında peygamberlik gelecek değil ya! Peygamberlik bekleyen de yok zaten, şeytan gelmesin kâfi!”
Bunlar ve birazdan söyleyeceklerim, aramızda kalırsa sevinirim. Şaşırmıyorum artık, güzellik malzemelerini pazarlayan satış danışmanı kadınların, genelde güzel olmamasına. (Methettiğin “mucize yaratan krem”lerin faydası olsa, sana olurdu.) Şaşırmıyorum, pervasızca uluslararası hukuku çiğneyenler ile dünyaya demokrasi ihraç edenlerin aynı ülkeler olmasına. Futbol ligimizin “yerli ve milli” olmamasına, işgal altında olmasına. (“Ülkenin bütün tersaneleri” gibi bütün stadyumları da yabancılar tarafından işgal edilmiş olabilir.) Her fırsatta gazetecilik dersi vermekten olsa gerek, gazeteci olduğunu söyleyenlerin gazetecilik yapmamasına. Muhabirliğe tenezzül etmeyişine. Hep aynı hikâyelerin anlatılmasına, hikâyenin değişmemesine, yeni hikâyelerin peşinden gidilmemesine. İtalikleyerek söyleyeyim: Şaşırmıyorum.
İnsan, bizzat kendisi yaşamasa da, şahidi olmasa da, iyi hikâyeler anlatabilir. Hatta –mazisinden seçtikleriyle kurguladığı– kendi hikâyesi de çok iyi olabilir! “Based on true story” yazmasına, gerçek olaylardan esinlenilmesine, yaşan-mış olmasına gerek yok; -mış gibi yapmak kafi. Hikâye anlatmada iyi olmak ve/ya hikâyesinin iyi olması, bir insanı iyi yapmaya yetmeyebilir. “Nasılsın” sorusuna, “iyiyim” diye cevap veremeyebilir.
Yıllar önce, ilk kez terapiste gittiğimde, kim bilir ne ummuştum, ne bulmuştum? Aslında hazırlıksız sayılmazdım. Kaç kişi bilir, Freud’un meşhur “divan”ını Bosna-Hersek’ten aldığını, öz be öz Türk divanı olduğunu. Düşmanlarından ve hayranlarından kaç kişi, Freud’un hiçbir hastasını tedavi edemediğini biliyor. Böyle detayları bilmekle kalmıyor, malumatfuruşluk yapıyordum, bunları bilmekle övünüyordum.
İnsan üzülebildiği kadar sevinebilir diyordum, mesela. O da yetmezse patinaj metaforum vardı. Hepimiz farklı yerlerde patinaj çekiyoruz haddizatında. Senin takılıp kaldığın şeye ben saplanıp kalmamışım, benim mesele ettiğim şeylere sen takılmamışsın. Sonuçta hepimiz bir yerlerde, bir şeylere saplanıp kalmışız. Çırpınıyoruz, patinaj çekiyoruz, etrafımızdakilere çamurumuzu sıçratıyoruz. Eleştiri adı altında, suçluyoruz, aşağılıyoruz. Patinaj çektiğimiz için olsa gerek, bu cendereden çıkamıyoruz; konuşarak, yazarak bir yere varamıyoruz. Benim aforizmalarım yetmezse, Rilke’yi yardıma çağırıyordum: “Terapi mi? Ya şeytanlarımı kovayım derken, meleklerimi ürkütürsem?”
Emekli entelektüel olsam da, Irwin D. Yalom gibi ünlü terapistlerin kitaplarına aşinaydım. En sevdiğim kitaplardan biri, Adam Phillips’in Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine idi, laf aramızda.
Meğer terapiste gitmek, insanın -yıllardır anlatıp durduğu- hikâyesini değiştirmeye açık olması demekmiş. Önce insanın hikâyesi değişirmiş, sonra kendisi. Bilmiyordum. Bunu anlamam için, geçen yıllar içerisinde birkaç terapiste gitmem gerekti. Yazısının bir virgülünün dahi değiştirilmesine açık olmayanlar, korkarım, bunu hiç öğrenemeyecekler.
Çok kötü bir boşanma yaşamış bir arkadaşımın terapist hikâyesini dinlemeseydim, bir terapist sayesinde “kızgın kumlardan serin sulara” çıktığını öğrenmeseydim, büyük ihtimalle, terapiste gitmek gibi yeni bir hobim olmayacaktı. Bir gün özgeçmişimi güncelleyecek olursam, hobilerim kısmına, terapiste gitmeyi de eklemem gerekecek.
Beş yıl önceydi sanırım, biraz merak, biraz can sıkıntısı sayesinde, kendimi arkadaşımın çok methettiği, namını duyduğum terapistin karşısında buldum. Eksik olmasın, arkadaşım randevuyu almakla yetinmemiş, çalıştığı kurumun özel tarifesinden istifade etmemi de sağlamıştı. Melamileri taklit ederek hep söylüyorum: “Bu Allah’la uğraşılmaz!” Kırk yıl düşünsem, Bağdat caddesinde bir terapiste gideceğimi hayal bile edemezdim. Kırk yaşında terapiste gidince, o şaşkınlıkla “Bu Allah’la uğraşılmaz” deyiverdim.
Bir travma yüzünden hayatına devam edemiyor değildim. “An”ın çoğunun mazimiz tarafından oluştuğunu, “an”ı yaşarken aldığımız kararları mazimizin şekillendirdiğini bilsem de. Aksine, “gelişine dış falso” vurur gibi espriler yapmaya devam edebiliyordum. Yakınımdakiler zaman zaman dalgınlığımdan şikayet etse de, hızlı cevap verdiğimi, neredeyse her şeyden hızla espri çıkarabildiğimi sanıyordum. Özetle, idare ediyordum.
Terminolojiye meftun okuyucuya gelsin bu malumat, furuşluğunu yapsın doya doya: TSSB diye kısaltılan, “travma sonrası stres bozukluğu”m yoktu. Divana uzanmayı bekliyordum, divan da yoktu. Bunu beklemiyordum. Karşı karşıya oturduk. Niye geldiğimi çok iyi anlattığımı iddia edecek değilim. Fakat bütün kusur bende olsaydı, “Kusuruma bakmayın ama niye geldiğinizi anlayamadım.” demezdi. Böyle bir cevabı da beklemiyordum.
İlk terapist hikâyeme birazdan geri döneceğim, fakat şimdi kısa bir ara verip anlatmazsam, unutabilirim. Bu olaydan birkaç yıl sonra, ikinci bir terapiste gitmiştim. Bu defa hazırlıklıydım, kısa ve öz cümlelerle, niçin geldiğimi anlatacaktım.
“Size geldim, çünkü yaşadığım hayat ile dinlediğim şarkıların bir alakasını göremiyorum.” dedim. Bahtıma, iki terapist de salon kibarı değildi, gerçekten kibar insanlardı, klişelerle konuşmuyorlardı. Yüzü aydınlık, insana gerçekten güven veren, haza bir beyefendi diye tarif edebileceğim ikinci terapistim de “Niçin geldiğinizi anlayamadım!” dedi, tebessüm ederek. Bu kadarı da fazlaydı artık.
Unutmadan: Bir yazı hangi müzik dinlenerek yazılmışsa, o müzik dinlenerek okunmalıdır. Bu yazıyı yazarken, İzlandalı müzisyen Ólafur Arnalds’ın “So Close” adlı şarkısını, sürekli başa alarak dinlediğimi söylemiş olayım.
İki terapistim de sağ olsunlar, su gibi aziz olsunlar, niçin geldiğimi anlayamasalar da anlamış gibi yapmadılar, doktorluk taslamadılar. İlk terapistime, niçin geldiğimi açıklarken galiba sözü uzatmış, konuyu dağıtmıştım; ikinci terapistte ise çok kısa anlatmıştım. Biraz daha açıklamaya çalıştım: “Belki benim göremediğimi dışarıdan bakarak siz görebilir, bana da gösterebilirsiniz? Hayatım ile ayrı tellerden çalan bu şarkıları niçin dinlediğimi, belki siz anlayabilir, benim de anlamama yardımcı olabilirsiniz.” Bu defa güldü. “Farkındalığınız çok yüksekmiş” dedi. İnsana yalan söyletiyorsa, tevazu değildir. Siz mütevazı veya kibirli diyeceksiniz diye, yalan söyleyecek değilim, genelde olduğum gibi hazır cevaptım: “Fakat bu –farkındalık– hiçbir işe yaramıyor! Hiçbir şeyi kolaylaştırmıyor! Hiçbir şeyi değiştirmeye yetmiyor!” dedim. Bu defa kahkaha attı.
Devamı Cins’in 2019 Nisan sayısında…