Bir insan neyin derdine düşmüşse, nasibi de varsa onun dermanıyla şereflenirdi ya. Aklını ağrıtan meselelerin de, öteden beriye yol alışı gibi yol almak için, peşine düştü Heysem. Epeyce okudu, çokça düşündü. Köyü kendisine dar geldi. Ötesini köyü edip berisini Bağdat kıldı, bu büyük şehre yollandı. Orada gözü keşfetti. Bakan gözü, gören gözü. Gözüyle gördü, aklıyla bildi, neye dirsek çürüttüyse nasibini orada buldu. Çok okudu, çok çalıştı, çok düşündü. Elbette o zamanlar dünya başka türlüydü.
GÜRAY SÜNGÜ
Bir zamanlar, bizim sonraları “küre-i arz” diyeceğimiz dünyamız, tepsi gibi düzdü. Böyle zannediyordu insanlar zira hakikate ulaşmadan önce gerçekle idare etmek gibi bir alışkanlığımız vardı. “Ne tepsisi, yuvarlacıktır dünya.” diyenler elbette olmuştu; hatta güneşin açılarından dünyanın çevresini bile hesaba yeltenenler bulunmuştu, ama adamın birisinin bir yöne doğru başlayıp, öte yandan gelmesi ile anlaşılacak bu hakikatin ispatından beş yüz yıl kadar önce, Basra denen yerde dünyanın yuvarlaklığı ile değil de ışığın hareketleriyle alakalanan bir genç adam yaşadı. Şimdi küreden ışığa neden gelindi; o da hikâyenin sonunda anlaşılacak bir bahsi diğer.
Bu genç adamın adı Hasan’ın oğlu Heysem’di. Değişik bir çocuktu. Azıcık büyüdü. Değişik bir genç adam oldu. Daha da büyüyünce değişik bir adam olacaktı. Zira dünyaya bakınca, dünyayı aydınlığından görüyordu. Aydınlığın sebebinin ışık olduğunu aklediyordu. Pek nasıl oluyor da oluyor diyordu, ışık, nasıl oluyor, nasıl oluyor bir yana; ne ki ışık, ne olduğuyla alakalı elbette, nasıl yol alıyor? Misal kendisi köyün sokaklarında yürüyordu. Öteden beriye doğru yürüyünce beriye varıyordu. O hâlde gökte bir parlayan güneş vardı, ondan gelen ısı ve ışık da belli ki yere doğru yol alıyordu. Bu nasıl oluyordu?
Bir insan neyin derdine düşmüşse, nasibi de varsa onun dermanıyla şereflenirdi ya. Aklını ağrıtan meselelerin de, öteden beriye yol alışı gibi yol almak için, peşine düştü Heysem. Epeyce okudu, çokça düşündü. Köyü kendisine dar geldi. Ötesini köyü edip berisini Bağdat kıldı, bu büyük şehre yollandı. Orada gözü keşfetti. Bakan gözü, gören gözü. Gözüyle gördü, aklıyla bildi, neye dirsek çürüttüyse nasibini orada buldu. Çok okudu, çok çalıştı, çok düşündü. Elbette o zamanlar dünya başka türlüydü. Gönlün ittiğiyle hareket eden insan, aklın bildiğiyle düşünüyordu, bu itibarla tek bir şeye bakmakla da tek bir şeyi görmekle de yetinmiyordu. Her oluşun arkasındaki nazara dikkat kesilip, coğrafyadan gökbilime, mekanikten felsefeye her şeye kafa yoruyordu. Kafasını öyle yordu ki Heysem, ona soru soranların sayısı arttı. Soru soranların sayısı artınca, ondan bir şey öğrenenlerin de sayısı arttı. Böyle olunca ünü Bağdat’ın sınırlarını aştı. Davetler aldı pek çok yakın ve uzak diyardan. Bu diyarlardan biri de bugün Nil Nehri’nin kıyıları diye bildiğimiz yerdi. Nehrin akışı, akışın devinimi onu büyüledi, yeni çalışmalar yapmak için oraya gitti.
Heysem orada nehre baktı. Gün aydınlığındaydı, gözleri nehrin suyundaki ışığın parlamasından kamaştı. Karanlık zihnine baktı, aydınlık göğe baktı. Birden karanlık zihninde bir ışık yandı. Karanlık odayı keşfettiği yıllar yıllar sonra anlaşılacak olan Heysem, gün aydınlığında orta yere bir çadır kurdu. Çadırın ışık alacak her yerini itinayla kapattı. Sonra çadırın içine girdi. Bir minik delik açtı. O delikten ışığın içeriye süzülüşünü seyretti. Işık içeriye süzüldü ama nehir yatağını dolduran su gibi dağılmadı. Doğrultusunu değiştirmedi. Işık ince bir ip gibi sabit kaldı. Işığın ip gibi uzayıp değdiği yerde ise dışardaki dünyanın o doğrultudaki halinin tersi bir görüntü oluştu. Deliği genişletince gördü ki Heysem, görüntü dağıldı, bulanıklaştı. Deliği küçültünce görüntü netleşti. Gördüğünü yorumladı, yargıladı, düşündü, taşındı, bu hâli gece ve başka gündüzlerde tekrarladı. Başka hâller ekledi, o hâllerden başka hâller çıkardı ve sonunda bir eser kaleme aldı. Bu eser Kitab-ül Menazır’dı ki, gözün ve ışığın özelliklerinden hareketle görmeyi anlatmaktaydı. Bu kitabı ile Heysem’in hakikati ve hakikati görünür kılanı görme yetisine sahip gözleri daha da açıldı. Bir eser daha kaleme aldı, o eser Kitab-ül Cami fi Usul-il Hisab idi ve matematik biliminin esasları ve metotlarına dairdi. İlim, yanında emek ve nasip de varsa ilimi çağırırdı ki, eserlerinin devamı geldi, El Muhtasar fi İlm-il Hendese’yi yazdı ki bu eser geometrinin esaslarına dairdi. Kitab-ül Ezlal’i yazdı ki bu eser güneş ve ay tutulmalarının esaslarına dairdi. Hele bir de Risaletün fi Keyfiyet-ül Ezlal adını verdiği eserini yazdı ki, bu eser gölgelerin gücü ve gölgenin vücuda gelmesi hakkındaydı. Bir de Hayat-ül Âlem dedi ki eser kâinatın düzeninden ve düzenin devamını sağlayan sisteminden bahisti. Beş yüz yıl geçti geçmedi, güneş ışığının gün içinde değişen eğimlerinden dünyanın toparlacık olduğu dile geldi. Sonrasında göz çizimlerinden hem mercekler yapıldı, hem teleskoplar. Fotoğraf makinası denen zamanı donduran alet bile o basit gerçeklikten ilhamla imal edildi.
Devamı Cins’in 2019 Temmuz sayısında…