İbrahim Paşalı: Kayak Metafiziğine Giriş -Hızlandırılmış Kayak Dersleri-

Çıktınız bir kere, aşağıya sadece kayarak inebilirsiniz! Ne yürüyerek, ne de geldiğiniz “telesiyej”e binerek inme imkânı vardır. Pist o kadar diktir ki, pistin başına gelenler, kayaklarının ucunu aşağıya doğru çevirdiğinde adeta uçmaya başlarlar, sisin içerisinde kaybolup giderler. Eşi bulunmaz bir yalnızlık tecrübesidir. Herkes sizi bırakıp gitmektedir, sizden başka size yardım edecek kimse yoktur. (Tanıdık geldi mi?) Son kontrollerinizi yaparsınız; kaskınızı sıkılaştırır, gözlüğünüzü takar, montunuzun fermuarınızı iyice çeker, eldivenlerinizi takar, başınızı eğer, “ya Allah” diye kaymaya başlarsınız.

İBRAHİM PAŞALI

Karlı dağlarla dolu bir ülkede, kayak yapmaya niyetlenirseniz başınıza neler gelir? Karlı dağlara çıkmak, uçurumun uzaktan veya yakından akrabası pistlerden kayarak inmek bile, Türkiye’de kayakla ilgili önyargıları aşmaktan kolay olabilir.

Önce “özenti” görüleceksiniz. Sömestir tatillerinde maaile Avrupa’ya giden zenginlere özenmekle itham edileceksiniz. “Burjuva mı oldun?” sorularına muhatap olacaksınız. “Her şeyi hallettin de sıra kayağa mı geldi?” sorusuna cevap vermeye zorlanacaksınız. İşte o zaman, kartpostal gibi karlı dağları hatırlayın, bir de bu önyargılı insanlara bakın. Hangisi daha soğuktur; karlı dağlar mı, önyargılı insanlar mı?

Çağdaşlaşma hikayemizde, kayağa gitmek kuşkusuz önemli bir metafor. Kim bilir kaç kuşak, ilk çocukluğunu yaşarken, Ayşegül Kayak Yapıyor ve Ayşegül Uçağa Biniyor” kitaplarıyla çağdaş dünyayı keşfetmiştir. Marcel Marlier’nin çizdiği, asıl adı “Martine” olan fakat Türkiye’de “Ayşegül” adını kullanan, kendisi küçük ama etkisi büyük, Batılılaşmanın sevimli lideri, onlarca yıl birçok kuşağı etkiledi. Saçına sakalına aklar düşmeye başlayanlar hatırlayacaklardır, o zamanlar, yılbaşından önce, meydanlarda kartpostal sergileri açılırdı. Çamurlu ayakkabılarımızla, çamursuz bir dünyaya bakardık. Hava soğuk olsa da gam değil, kar manzaralı kartpostallar içimizi ısıtırdı. Sobalarda kömür yakılır, havada kömür kokusu şehrin üzerinde gri bir sis tabakası olur, haberlerde hava kirliliğinden bahsedilir, yılbaşını kutlamak için kartpostal yollanırdı.

Vehbi Koç’un kızı Suna Kıraç şanslı azınlıktandı; çoğu insanın sadece kartpostallarda görebildiği yerlere gidebiliyor, “Ayşegül” gibi yaşayabiliyordu. Suna Kıraç’ın “Ömrümden uzun ideallerim var” adlı hatıratında, bu kayak mefhumunun taşıdığı anlamın, sanılandan çok daha büyük olduğunu görme fırsatını buluruz. Suna Kıraç yakın arkadaşı rahmetli Ayşe Şasa’nın derviş olması, başını örtmesi üzerine yaşadığı şaşkınlığı anlatırken, sözü kayağa getirir:

“Sınıfımızın fenomen isimlerinden Ayşe Şasa’yı (Robert) Kolej’e girdiğim ilk yıl, 12 yaşında tanıdım. Çok değişik bir kızdı. (…) Dersleri gayet iyi, kendisi çağdaş ve giyimiyle kuşamıyla son derece Batılı idi. Gel zaman git zaman çok iyi arkadaş olduk. (…) Yazları Çiftehavuzlar’da otururlar ve son derece modern, mazbut fakat herkesten çok farklı bir hayat yaşarlardı. Kışlık evleri Cihangir’deydi. Hepimizin ailesinden çok ileriydiler. O devirde kimse daha kayak yapmayı aklının ucundan bile geçirmezken, onlar Uludağ’ın en ilkel hâlinde Kirazlıyayla’dan Büyük Otel’in olduğu yere kayak yapmak için yürürler, daha sonra da İsviçre’de kayağa giderlerdi. (…) Ayşe’nin ve ailesinin hayatımda çok önemli yeri oldu. İlk dağ kayağı, ilk su kayağı, ilk Uludağ, ilk şeftalili şampanya, ilk yelkenli tekne kültürünü onlardan gördüm ve öğrendim.”

 Keşke “Ayşe Abla”yla kayak maceralarımızı da konuşsaymışız.

Haklarını teslim edelim, “burjuva mı oldun?” diyenler, çok da haksız sayılmazlar. Kayak da golf gibi sınıf ayrımcılığının çok rahat görülebileceği ayrı bir dünyadır, elitlerin sporudur. “Halk” elit sporlara akın edecek olursa, “vatandaş” ya kendine yeni elit sporlar icat eder, “heliski” gibi. Ya da daha lüks yerlerde sporunu icra eder, Fransa’daki Courchevel (Koşavel) gibi. Kimileri sadece kayak yapmak, kimileri ise burjuva gibi görünmek için karlı dağlara çıkar. Eğer bir gün karlı dağlara çıkarsanız, aradaki farkı göreceksiniz: Kayak yapmak ile kayağa gitmek farklı şeylerdir.

Özgeçmişinde hobi kısmına, “kitap okumak, müzik dinlemek, seyahat etmek” yazmak varken, eğer haddinizi bilmez ve kayak gibi sporlara heves ederseniz, ne olur? Zor olur, nahoş olur. “Buraya da gelmişler” manasına gelen nahoş bakışlar bile olabilir.

Kayak fotoğraflarını gördüğünüz insanların birçoğu, kayakla (da) flört ediyordur. Kayak fotoğraflarını paylaşarak kendilerini daha iyi hissediyorlardır. Sınıf atladıklarını zannediyorlardır. Zengin gibi görünmeye, görülmeye çalışıyorlardır.

Kimseyi kınamaya, küçümsemeye hakkımız yok, fakat gerçeği söylemek hakkımız. Kayak ciddi emek isteyen, ciddi emeği hak eden güzel bir meşgaledir. Hazırlanmadan kayak yapmanın, kayakla flört etmenin bedeli, ağır olabilir. Bedenini esnetmek ve kaslarını güçlendirmek için vakit ayırmayanların sakatlanma ihtimali yüksektir desek, sanırım itiraz eden olmaz. Diz ön çapraz bağlarını koparanlar, gösteriş üzerine kurulu kayak kariyeri kısa sürenler, genelde böyle kişiler arasından çıkar. Tenis raketiyle poz vermek varken, böyle ağır bedeller ödemeye ne gerek var ey canısı?

Entelektüel okuyucu için şuraya bir not düşelim. Bu satırların yazarına göre, kayağın metafiziği, kaymakta değil düşmekte saklı olsa gerektir. “Soğukta, onca zahmeti göze alıp kaymakta ne zevk buluyorsunuz” sorusunun cevabını, dağların zirvesinde konuşalım. Sıcak evimizde, “konfor alanımız”da değil. Düşüp kalktıkça buluyoruz zevkini, bir ırmağı taklit eder gibi kıvrılarak aşağılara aktıkça. Hayatı ölümün anlamlandırması gibi; kaymayı güzelleştiren şey de düşmektir. Asıl marifet kayabilmekte değil düşebilmektedir: Düşmesini bilmekte. Düşse de ayağa kalkabilmekte. Şöyle de denebilir: Düşmeyi bilmiyorsan, kaymayı biliyorum deme.

İlk yıllar, rüyalarımda kendimi sadece çok güzel kayarken görmezdim, çok güzel düştüğümü de görürdüm. Kayarken bazen o kadar güzel düşer ki insan, merhum Cahit Zarifoğlu’nun o mısraını hatırlamadan edemez: “Düştümse, sana bakarken düştüm.” Karın üzerinde sırt üstü yatarken, kalkmak için acele etmez, bir müddet gökyüzünü seyreder. Şükreder.

İddialı bir laf söylemek değil amacım, fakat bunu söylemezsem bu yazıyı niye yazıyorum: Önce düşmeyi öğreneceksin! Sonra durmayı! En son kaymayı.

Terslik sadece bununla da sınırlı değildir. Sözgelimi, insan korkunca, içgüdüsel olarak kendini geri çeker; fakat kayakta içgüdülerinize uyarsanız, başınızı kaldırırsanız, kendinizi geri çekerseniz, daha çok düşersiniz. Kayabilmek için, içgüdülerinize uymayı bırakmak zorundasınız. İnsan, içgüdülerinden özgürleşmeyi öğrendiğinde; yani baş kaldırmayı bıraktığında, korktukça başını daha fazla öne eğdiğinde, su gibi akıp gitmeye başlar. Öne eğildikçe düşmezsiniz, içgüdülerinize uyup başınızı kaldırdıkça, kendinizi geri çektikçe düşersiniz.

Kalabalıkları aşağıda bırakıp yukarılara çıktıkça, pistler boşalır, içiniz sadece tertemiz dağ havasıyla değil, korkuyla karışık sevinçle de dolar. Teknik detay verelim: Kayak pistleri, zorluk derecesine göre yeşil, mavi, kırmızı ve siyah renklerle gösterilirler. Kayak pistlerini gösteren bir haritaya baktığınızda, her pistin bu renklerden biriyle çizildiğini görürsünüz. Yeşil en kolayı, siyah en zorudur. Siyah bir piste çıkarken, rakım yükseldikçe, sislerin arasından geçersiniz. Yukarı çıktığınızda, hava daha soğuktur, rüzgâr korku filmlerindeki gibi ıslık çalarak karşılar sizi. Korksanız da, “ben vazgeçtim” diyemezsiniz. Çıktınız bir kere, aşağıya sadece kayarak inebilirsiniz! Ne yürüyerek, ne de geldiğiniz “telesiyej”e binerek inme imkanı vardır. Pist o kadar diktir ki, pistin başına gelenler, kayaklarının ucunu aşağıya doğru çevirdiğinde adeta uçmaya başlarlar, sisin  içerisinde kaybolup giderler. Eşi bulunmaz bir yalnızlık tecrübesidir. Herkes sizi bırakıp gitmektedir, sizden başka size yardım edecek kimse yoktur. (Tanıdık geldi mi?) Son kontrollerinizi yaparsınız; kaskınızı sıkılaştırır, gözlüğünüzü takar, montunuzun fermuarınızı iyice çeker, eldivenlerinizi takar, başınızı eğer, “ya Allah” diye kaymaya başlarsınız.

Geldik yazının en trajik, en komik kısmına: Yukarıda okuduğunuz, “Düşmeyi bilmiyorsan, kaymayı biliyorum deme” cümlesini yazdıktan kısa bir süre sonra düştüm ve bileğimi kırdım! Tam da Ali Ekber Çiçek’in bir türküsünde dediği gibi oldu. “Gurbet elde bir hal geldi başıma.” İtalya ile İsviçre arasındaki bir dağda, bir başımaydım, yalağuzdum. Kaymaya başlayalı henüz birkaç dakika olmuştu ki ne olduğunu anlayamadan, bir an dengemi kaybetmemle kendimi yerde bulmam bir oldu. Başımda kaskım, kayak kıyafetlerimin altında, sırtımı, omuzlarımı, dizlerimi ve dirseklerimi koruyan özel kıyafet vardı. Bir tek bilekliğim yoktu. Kaderim ile özgüvenim ortaklık yapınca, zorlar kolay oldu, sağ bileğimi kırmayı başardım.

Devamı Cins’in 2019 Temmuz sayısında…

Posted in Genel