İtimad ettiğiniz bir teklifi aklî ve duygusal muhataplık seviyelerinin tamamı içerisinde tarif ve tebliğ edebiliyor, tarif ettiğiniz teklifin herkesçe örnek alınabilir temsillerini geliştirebiliyorsanız, ne tür sonuçlar doğuracağından bağımsız olarak, tarih sahnesindeki cârî teklif size ait olacaktır.
İBRAHİM HALİL ÜÇER
Müslümanların Hz. Peygamber’in vefatını takip eden yirmi dokuz yıllık kısa bir süre içerisinde meskun dünyanın önemli bir bölümünü hakimiyet altına alarak, dönemin iki büyük süper gücünden biri olan Sasani İmparatorluğu’nu tarihten silmeleri ve bir diğeri olan Bizans İmparatorluğu’nu daha sonra Malazgirt Savaşı’nda aşılacak bir sınıra doğru geriletmeleri dünya tarihçileri tarafından “İslam mucizesi” olarak adlandırılır. Farklı/çeşitli tarihçiler bu mucizeyi açıklamak için Arapların ganimet hırsından savaşçı bedevi ruhuna, Bizans ve Sasani İmparatorluklarının zaten çökmeye yüz tutmuş yapısından bölgedeki ağır vergilere kadar birçok tali sebebe başvurmuş olsa da, bu mucizeyi en veciz yolla açıklayanlardan biri meşhur dünya tarihçisi M. G. S. Hodgson’dur.
İslam’ın Serüveni başlığıyla Türkçeye tercüme edilen kitabında Hodgson kısa süredeki bu büyük başarıyı açıklayabilmenin, Müslümanların şu ifadelere ne denli samimiyetle bağlandığını anlayabilmekten geçtiğini söyler: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emredersiniz, kötülükten alıkoyarsınız ve Allah’a iman edersiniz” (Ali İmran (3): 110). Müslümanlar, muhatap oldukları teklifin tüm insanlığı gerçek bir iyiliğe sevk edecek ve farkında oldukları ya da olmadıkları her türlü kötülükten koruyacak bir mesaj olduğuna şeksiz bir biçimde itimad ettiler. Henüz küçük bir cemaatten ibaret İslam toplumunu temsilen Sasani İmparatoru Hüsrev Perviz’e Hz. Peygamber’in elçisi olarak giden Abdullah. b. Hüzafe’nin İmparator’a aktardığı mesaj, bu itimadın yüksek bir temsilini ifade eder. Abdullah, Hz. Peygamber’in can taşıyan herkese insanların tümünü muhatap alan bir teklifi ulaştırmak üzere gönderildiğini söyler ve ilave eder: “Öyleyse bu teklifi kabul ederek Müslüman ol ki selamet bulasın, Reddedersen o zaman tebaan olan tüm Mecusilerin vebali senin üzerinedir!” Bu karşılaşmanın üzerinden çok fazla vakit geçmeden, Hz. Ömer’in hilafeti esnasında gerçekleşen Nihavend Savaşı’nda Sasani İmparatorluğu ortadan kalktı ve Müslümanlar kuzeyde Maveraunnehir ve Türkistan, doğuda ise Hindistan sınırlarına kadar ilerlediler.
Müslümanların başardığı şeyin gerçekte ne olduğunu anlamak için birinci sahneyi biraz daha derinleştirmemiz gerekir. Esasen “İslam mucizesi” denilen şey, Müslümanların birkaç on yıl içerisinde meskun dünyanın önemli bir bölümünü hakimiyetleri altına almalarıyla özdeşleştirilemez. Böyle bir başarı mucize olarak adlandırılacaksa, sonraki yüzyıllarda oldukça kısa bir sürede daha geniş bir bölgeyi ele geçiren Moğolların başarıları da mucize olarak görülebilir. İslam fetihlerini dünya-tarihsel bir kırılma yaratacak bir şekilde mucize haline getiren şey, kısa bir süre sonra Müslümanlaşan Moğolların aksine Müslümanların hâkim oldukları kadim kültür ve medeniyet havzalarını İslamlaştıracak ve fethettikleri bölgelerde kendi tekliflerini evrenselleştirecek bir dil ve pratik inşa etmeleridir.
Müslümanların bunu başarabilmeleri üç temel başlık altında toplanabilecek bir çabayla yakından ilişkilidir: 1) İlahi teklife itimada eşlik eden tahkik arayışı, 2) bu tahkik temelinde teklifin bütün insanlık için anlamlı bir şekilde tarif edilmesi, 3) tarif edilen teklifin örnek alınabilir tutarlı ve gerekçelendirilebilir temsillerinin üretilmesi. Bu çabaları mümkün kılan motivasyonu anlamanın bir yolu, bu “mucizeyi” izah etmek için Hodgson’ın müracaat ettiği ayeti açımlayarak derinleştiren bir diğer ayete bakmaktır: “İşte böylece biz sizi vasat bir ümmet kıldık ki insanlara şahitlik edesiniz ve böylece peygamber de size şahitlik etsin” (Bakara (2): 143). Bu ayet Müslümanlara, “can sahibi herkese” ulaştıracakları teklifi, can sahibi herkes tarafından idrak edilebilecek ve örnek alınabilecek bir vasat dahilinde tarif ve temsil etme sorumluluğu yükledi. Bu sorumluluk kısaca bütün insanlığa şahitlik veya tanıklık etmek şeklinde ifade edilmişti. Esasen İslam dünyasında kelam ve fıkıh başta olmak üzere dinî ilimlerin ortaya çıkışı ve Müslümanların Antik-Helenistik geleneklerden tevarüs ettikleri cârî bilimsel çerçevelerle İslam’ın aslî metafizik ilkeleri temelinde hesaplaşarak özgün formlar dahilinde onları yeniden üretmeleri, bu tanıklık şuuruyla yakından alakalıdır. Bu sayede Müslümanlar MS. 7. asır ile 18. asır arasında, yaklaşık bin yıl boyunca küre ölçeğinde insanlık tarihinin her alanda aksını değiştirecek bir tecrübe meydana getirme imkanı bulmuşlardır.
Burada biraz duralım. 2017 senesinde ABD savunma bakanlığına atanan James Mattis, mutad olduğu üzere Pentagon’a şöyle bir mesaj yayımladı: “Sizler bütün insanlığın iyiliğine adanmış, onların özgürlüklerini savunma noktasında asla kayıtsız kalmayan ve tüm insanlık için kararlı bir umut kaynağı olmaya devam eden bir Amerika’yı temsil ediyorsunuz.” Günlük haber akışları arasında kaynayan bu dikkat çekici ifade, Mattis’in şahsında Batılı bilincin kendini idrak biçimini açık bir şekilde ortaya koyar. Mesaj, iyilik ve özgürlüğü özdeşleştirerek kendisini bu özgürlük idealinin yegane temsilcisi olarak gördüğünü ve bu yüksek ideali insanlığın geri kalanına götürerek herkes için umut kaynağı olma noktasında tereddütsüz bir inanca sahip olduğunu vurgular. Bu vurgu, yeni değildir. Kant, Hegel ve Comte gibi on sekizinci yüzyıl filozoflarınca temel çerçevesi oluşturularak ilerlemeci tarih tasavvuruyla beslenen bir bakış açısı, geri döndürülemez ve alternatifinden bahsedilemez bir biçimde modern uygarlığı tüm insanlığın önündeki yegane teklif olarak olarak vaz etmişti. Bu teklife yönelik Mattis’in ifadelerinde yeniden kendisini gösteren güçlü itimat, buna eşlik eden tarif ve temsil çabaları ve nihayet yeni teklifin “katı olan her şeyi buharlaştıracak” bir biçimde yayılma eğilimi dünya tarihsel bir netice doğurdu: İnsanlığın geri kalanı gönüllü ya da gönülsüz, bilinçli ya da bilinçsiz olarak iyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın, güzelin ve çirkinin, faydalının ve zararlının ne olduğuyla ilgili Batılı kuram ve pratiklere teslim oldu.
Doğal varlık alanında olduğu gibi tarihi-toplumsal varlık alanında da kendini tekrar eden bazı örüntüler bulunur. İtimad ettiğiniz bir teklifi aklî ve duygusal muhataplık seviyelerinin tamamı içerisinde tarif ve tebliğ edebiliyor, tarif ettiğiniz teklifin herkesçe örnek alınabilir temsillerini geliştirebiliyorsanız, ne tür sonuçlar doğuracağından bağımsız olarak, tarih sahnesindeki cârî teklif size ait olacaktır.
19. ve 20. yüzyıllara tekabül eden “arayışlar dönemi” boyunca İslam dünyasında gelişen fikrî cereyanların Batı dünyasında gelişen yeni teklife mukabelelerini tayin eden şeyin, yukarıdaki sahnelerde içerilen tarihsel başarı ve mevcudiyet unsuruyla sınırlandığı söylenebilir. Bu mukabelelerden biri olarak, Batı dünyasında ortaya çıkan ve ilmî, siyasi, iktisadi, askeri, teknolojik açıdan büyük ilerlemelere eşlik eden yeni teklifin tek seçenek olduğuna yönelik bir inanç İslam dünyasındaki Batılılaşmacı seküler tutumu ortaya çıkarmıştır. 17. yüzyıldan itibaren gelişen ve dünya-tarihsel anlamda yeni bir evreyi ifade eden modern bilme ve eyleme tarzı, başarısının arkasındaki şeyin İbn Sînâ tarafından tadil edilerek güncellenmiş nitelikçi paradigmayla hesaplaşarak bunun yerine nicelikçi, deneyimci ve faydacı bakış açısını ikame etmesi olduğunu düşünüyordu. En genel anlamıyla İbn Sînâcı paradigmanın tasfiyesi anlamına gelen bu adım, aynı adımın taşıması mümkün olmayan bir adım daha atma salahiyetine sahip olduğunu varsaydı. Hesabı verilmemiş bu adıma göre geçersiz hale gelen şey, sadece İbn Sînâcı paradigma değil bu paradigmanın ilişkili olduğu ve içerisinde tevhid, nübüvvet, öte dünya görüşü gibi unsurların da bulunduğu aslî metafizik ilkelerdir. Buna bağlı olarak, yeni paradigmaya mutlaklık atfederek onun her yönüyle uyarlanması gerektiğini düşünen Batılılaşmacı seküler tutum, uyarlanması kaçınılmaz görülen yeni âlem tasavvurunun sadece İbn Sînâcı paradigmayı değil onunla ilişkilendirilen teklifi de ilga ettiğine ikna oldu. Bu ikna, iknanın doğası gereği, muhatap olunan yeni durumun iddialarına yönelik bir tahkik ve hesaplaşmadan değil mevcut durumun kaçınılmaz görülen doğasından kaynaklanmıştı. Zira İbn Sînâcı paradigmanın gerçekten tümüyle geride bırakılıp bırakılmadığı, İslam düşünce tarihinde aynı metafizik ilkelerle tutarlı bir biçimde inşa edilmiş İbn Sînâcı olmayan modellerin varlığına bakılacak olursa söz konusu ilkelerle İbn Sînâcı model arasında özsel bir ilişki bulunup bulunmadığı, dahası bu metafizik ilkelerin ilga edildiği yönündeki iddianın yeni paradigmanın zorunlu bir sonucu olup olmadığı gibi önemli sorular, ikna olmaya müheyya zihinler için tali ve önemsiz bulunmuştur. Nihayet bu tutum bin yılı aşkın bir süre içerisinde İslam dünyasında inşa edilmiş inançlar ve pratikler bütününe yönelik giderek düşmanlığa varan büyük bir yabancılaşma doğurmanın ötesinde, süregiden uyarlama gayretleri içerisinde girişmekten yüksündüğü gerçek bir hesaplaşmanın yoksunluğuna bağlı olarak tekrarlar ve kitch taklitlerle baş başa kaldı.
Devamı Cins’in 2019 Eylül sayısında…