Genelde sanatların kişisel ve toplumsal ahlâkı şekillendirmede etkisi çoktur. Çünkü sanat ve sanatçı ahlâktan beri addedilir. Batı’da şu anda iyi ve kötü, doğru ve yanlış asla dinî, hatta felsefî olarak temellendirilemiyor. Bunların geçerliliği çoktan bitti. Sadece “hukukî” olarak müsaade edilenler ve edilmeyenler var. Bu hukukî yasakları yakalanmadan yaptıkça zaten sorun yok. Kaldı ki bu kanunların dinî, felsefî ve etik zemini çöktüğü için yerine başka bir zemin ikâme edilemiyor.
SAVAŞ Ş. BARKÇİN
La Casa de Papel diye bir dizi var. “Darphane” anlamında… Duymuşsunuzdur. Bayağı popüler. Netflix’te üç sezondur yayında… İlk sezonunu izlemiş, ikinci sezonunda sıkılıp bırakmıştım. Üçüncü sezon başladı diye duyunca dizinin başına dönüp tamamını birkaç gün içinde izledim. Hikâyesini burada anlatmanın lüzumu yok. Ben asıl bu dizi vesilesiyle Batı’nın geldiği noktayı yorumlamak istiyorum.
La Casa de Papel, önce İspanya Darphanesi’nin, sonra da Merkez Bankası’nın bir çete tarafından dâhiyâne bir şekilde soyulmasını anlatan bir dizi… Son dönemde Narcos, El Chapo, vb. gibi suça, kanunsuzluğa, hatta vahşete güzelleme yapan pek çok film ve diziden birisi… İnsanlar elbette kanun dışı işlere ilgi duyarlar. Nasıl yapıldığını bilmedikleri için merak ederler. Bir de işin cesaret ve heyecan boyutu var. Batı’da bu tür dizi ve filmlerin çoğalmasının asıl sebebi bu. Çünkü Batı’da insanların genel rûh hâlleri usanç, bıkkınlık, depresyon, tatsızlık, renksizlik, heyecansızlık… Batılılar soğuk ve ıssız yaşarlar. Düşünün, bugün İngiltere’de Yalnızlık Bakanlığı var.
Hayatın yalnız yaşandığı Batı’da insanlar çok katı kurallarla çevrili bir hayat yaşarlar. Orada herhangi bir sokağa gidip bakın. Onlarca işaret levhası görürsünüz: “Şurdan şuraya park etme,” “şu şu saatler arasında park etme,” “buraya asla park etme,” “mahallemiz gözetim altındadır, şüpheli şahıslar hemen polise ihbar edilir” gibi… “Düzen” adına insanların robotlaştığı bir toplum… Böyle aşırı disiplin içinde boğulmuş insanlar hayatta neyi özler? Biraz heyecan, hayatta olduğunu hissettiren güzel hisler… Peki bunları nereden bulacak? Bu yüzden içlerindeki uyuşukluğu aşmak için alkol, kokain ve türlü haplar gibi uyarıcılar kullanırlar. Biz genelde bunlara “uyuşturucu” diyoruz ama moda olan zararlı maddeler aslında uyuşturmaz, uyarır. Hoşluk, heyecan, cesaret hissi verir.
Bu insana geçici mutluluk veren şeyler aslında zenginliğin bir sonucudur. Gayesiz refah aslında zehirleyici bir şeydir. Aşırı refah ve maneviyatsızlık bıkkınlık ve usanca yol açar. Bunu gidermek için saçma âdetler türetilir. Meselâ “adrenalin sporları” denen şey nedir Allah aşkına? İnsan yüksek dağlara çıkmadan, bungee jumping yapmadan, uçaktan paraşütle atlamadan, roller coastera binip çığlık atmadan mutluluk ve heyecan duyamaz mı? Bir de sosyal medyada moda olan akımlara bakalım: boarding, planking, twerking, kıçını manzaraya karşı açıp selfie çekmek, daha nice nice ahmaklıklar… Bunlar buldukça bunalmanın, azmanın, şımarıklığın işaretleri…
Batılı insanın hayatındaki bir kaç heyecan verici unsurdan birisi sinemadır. Sinema sandığımız gibi sadece bir eğlence aracı değildir. Aslında Batılıların hisse aldıkları kıssalar, menkıbeler anlatan bir meddahtır. İnsanlara duygu kadar bilgi de aktarır. Sinema salonları bir nevi mâbedlerdir. Yaklaşık iki saat boyunca hayatı usanç ve yalnızlık ile geçen insanları bu rezil hayattan başka bir âleme götürürler.
Bugün, “filmlerdeki gibi” sözü bir övgüdür. Bize kurgunun gerçeklikten üstün olduğunu söylüyor. Filmlerdeki aşk, cinayet, soygun hikâyeleri “wow!” dedirtir insana. Evet, Batı toplumu gibi katı kurallar, çıkarcı ilişkiler, yüzeysel tanışıklıklar ile hissizleşmiş bir topluma böyle hikâyeler gerekir. Bu tür dizilerin başarısının temeli budur. İnsanlara duygu, heyecan, özgürlük, kısıtsızlık hissi verirler de ondan…
Sinema aynı zamanda bir terbiye aracıdır. İnsanlara belirli davranış kalıpları benimsetir. Bir Amerikalı, bir kadına evlilik teklif edeceğinde filmlerdeki gibi yere diz çöker. Bir duygusunu anlatacağı zaman bir film repliğini tekrarlar. Sinema ve müzik oyuncularına idol denir. “Put” demektir. İlginçtir, sinema oyuncularının meşhur olması, servet kazanması, ödüller alması aslında kendileri değil başkası oldukları içindir.
Dikkat ederseniz müzik ve sinemada cinsellik ve şiddet el ele gidiyor. Neden acaba? Çünkü bunlar “hayatın rezillikleri” olarak değil, neredeyse “hayatın güzellikleri” olarak sunuluyor. Anlaşılan iki asırdır kuyruğuna takıldığımız “muâsır medeniyet”in başı da sonu da aynı: vahşet.
Tarantino’nun Ucuz Roman (Pulp Fiction) ilk vizyona girdiğinde ABD’de Washington’da okuyordum. Sinemaya gittim. Filmin bir sahnesinde oyuncu arabada yanındaki adamın kafasına sıktı, adamın beynini patlattı. Bu dehşet verici görüntü karşısında ben dondum kaldım. Ama bütün salon kahkaha atıyordu. Beyazı, zencisi ile… Gözlerime inanamadım. Filmdeki şiddet, uyuşturucu ve vahşet bu şekilde devam edince yarısında sinemadan çıktım. Orada gittiğim başka bir filmde de iki genç metro istasyonunda demir parmaklıklı pencere arkasında oturan güvenlik görevlisinin üzerine benzin döküp ateşe veriyordu. Adamın canlı canlı yandığını gösteren sahnede izleyiciler yine kahkahalarla güldüler. O zaman anladım ki vahşet bu insanlar için eğlenceli bir şey. Bütün o barışçıl, hukukî söylemlerine rağmen dünyanın her tarafına yağdırdıkları şiddetin sinemadaki yansıması bu…
La Casa de Papel dizisinde yok yok. Suç, cinayet, aldatma, siyaset, kan, gözyaşı… Bitmedi: çevrecilik, insan hakları, hayvan hakları, devrimcilik, kokuşmuş kapitalizm, derin devletler, bürokratlar, siyasiler, işkenceciler… Yine dikkat ettim, bu dizide soyguncular bir aile gibi tasvir edilmiş. Birbirleriyle sevgili olamayanlar “kardeş” oluyorlar. Birbirlerine “canım feda” diyorlar. Hâlbuki Batı’da bu “kardeş” kelimesini sadece zenciler arasında, mafya ve çete mensuplarında duyarsınız. O da gerçek kardeşlikten değil. “Suç kardeşliği” nden… Biz bu “kardeş” kelimesini kanıksamışız. Dünyada tanımadığı insanları bile “kardeşlik” mesabesinde görenleriz. Ama gelin görün ki iki asırdır Batı’nın otuna-sapına öyküne öyküne biz kardeşlik zirvesinden yuvarlanalı çok oldu.
Son yirmi yıldır sinemada ve Netflix gibi mecrâlarda görülen en yaygın temalardan birisi de cinsel sapkınlık… Her ahlâksızlık gibi cinsel sapkınlıkların meşrulaştırması süreci genellikle şöyle işler: Önce sapkınlıklar filmlerde görünür hâle getirilir. Böylece insanlar gördüklerini gerçeklik saymaya başlarlar. Gerçeklik zamanla gerçek olur. Sonra sapkın kişiler mizahi karakterler olarak gösterilir, insanlar onlara gülerler. Gerçeklik çirkin olmaktan çıkar, eğlenceli hâle gelir. Sonra bu sapkınların yaşadığı trajik hikâyeler anlatılır. İnsanlar onlara acır, üzülür. Sonra onların ne kadar yetenekli oldukları gösterilir, insanlar hayran kalır. Bu şekilde bu sapkınlıklar halk nazarında normal sayılmaya başlar. Sonra o sapkınlıklar hukukî olarak normalleşir. Sapkınlar ve sapkınlıkların görünürlüğü arttıkça normal sayılmadan da öteye geçer. “Moda” ve “şık” telakki edilir. Yani normalleşen giderek normatifleşir. Sapkınlık “olması gereken” bir özellik olarak görülmeye başlanır. Lut kavminde de böyle oldu, Atina’da da, Roma’da da, bugünkü Batı’da da… Ona teslim olmuş Doğu’da da… Bu meşrulaştırma sürecine bakarsanız şu sıralarda hemen her Batılı dizide veya filmde bir şekilde bahsedilen veya ima edilen çocuk istismarı sapkınlığının da yakında normalleştirileceğinden emin olabilirsiniz.
Devamı Cins 2019 Ekim sayısında…