Yazı tek eylemi olunca yazar, “Kalem, benim ‘kale’m!” diyerek haykırır. Savaştan asla kaçmaz, cephesini ve silahını seçer, “İşe gider gibi, sabahleyin erken yazıya ve öğretiye, emeği çoğaltmaya ve ülkeleri arıtmaya” gideceği günün özlemiyle yazmaya devam eder. Yazamadığı dönemlerde ise acı çeker, kıvranır ve büyük bir sıkıntıyla haykırır.
ALİ GÖRKEM USERİN
“Hayatımın, tavırlarımın, neredeyse bir şehir efsanesine dönüştürülmesi, insanların, okumaktan çok, böylesi şehir efsanelerine ilgi göstermesi ise hiç hoşuma gitmiyor benim. Bir Nuri Pakdil efsanesi uydurmak, dinlemek ya da anlatmak yerine, Nuri Pakdil’i okumaya ve anlamaya çalışılmasını diliyorum.”*
Nuri Pakdil’le ilgili işaret edilmesi gereken en önemli hususlardan biri ondaki dil, düşünce ve hayat bütünlüğüdür. Gerçekten de, yazı-yaşam ve sanat-hayat bütünlüğü söz konusu olduğunda onun kadar tutarlı bir duruş sergileyen ikinci bir isme rastlamak neredeyse imkânsız gibidir. Pakdil bu açıdan bakıldığında edebiyatımızda bağımsız bir ada gibi durmaktadır. Nuri Pakdil’in, sanatını, edebiyatını icrâ ettiği özel bir dil olduğu kesin. Ve bu dilin temel kavramlarını, ana simgelerini anlamadan genel Pakdil çizgisini, tavrını kavramak da mümkün görünmüyor. Çünkü bu kavram ve simgeler, açık denizde yolculuk hâlindeki okur için, bir tür deniz feneri işlevi görmekte, yönlendirici olmaktadır. 18 Ekim 2019’da emanetini Hakk’a teslim ederek ebedi yurduna göçen büyük yazarı, eserlerinde mühim bir yer tutan, sıkça vurguladığı beş temel meseleye odaklanarak yeniden tanımaya, anlamaya çalışacağız.
- YAZMAK EYLEMİ
Türk edebiyatında olduğu kadar dünya edebiyat tarihinde de yazmak üstüne bu denli düşünen ikinci bir yazar bulmak güç. Yazmak ve ona bağlı imgeler (kelimeler, kâğıt, kalem, yazı makinesi vd.) Pakdil’in çoğu eserinde merkezî bir konumdadır. Örneğin, sözcüklerin yazı makinesinin üstüne dökülmesi benzersiz bir heyecan verir ona. Sakinleşince ise görevini hatırlar: “Sürekli cümle kurarak cümlelerini bozmalıyım bunların.” Bu cümlenin de çok net gösterdiği gibi, Pakdil’in yazıya ve yazmaya yüklediği misyon devrimci bir misyondur. Aynı zamanda üretken ve bereketlidir. Bu yüzden, Pakdil’de “yazmak bir yönüyle de, sözcüklerin aşk” hâline dönüşmesidir. Yazı tek eylemi olunca, yazar “Kalem, benim ‘kale’m!” diyerek haykırır. Savaştan asla kaçmaz, cephesini ve silahını seçer, “İşe gider gibi, sabahleyin erken yazıya ve öğretiye, emeği çoğaltmaya ve ülkeleri arıtmaya” gideceği günün özlemiyle yazmaya devam eder. Yazamadığı dönemlerde ise acı çeker, kıvranır ve büyük bir sıkıntıyla haykırır.
Bağlanma’dan öğrendiğimize göre, rahmetli Fethi Gemuhluoğlu, genç dostu Nuri Pakdil’le konuşmalarında sık sık işaret eder “Sanatın, edebiyatın evrensel işlev”lerine ve yazmasını ister ondan. Genç Pakdil’in Fethi Ağabey’den öğrendiği ilk şeylerdendir sanatın, edebiyatın bir işlevinin de, “en azından yolu temizlemek”, “yolu açık tutmak” olduğu. “Zaman zaman, sanatın, edebiyatın işlevinin savaşımcı bir yaklaşımla belirmesi gereğini de anlatır” Gemuhluoğlu genç dostuna. Kalemin, ne olursa olsun her zaman bir yükü vardır. Ama içinde bulunulan çağ, ona artı yükler, görevler yüklemektedir: “Yirminci yüzyıl, kalemin önüne, çözümlenmesi gerekli sorunlar bırakmıştır.” Sanatın, edebiyatın işlevi büyüktür: “tüm sömürülere karşı durmak”, “Tanrı’ya ulaşan yolu tıkayan tüm engelleri” kaldırmak, insanı “varoluşun giz alanlarına” yaklaştırmak, direnişe derinlik kazandırmak…
Nuri Pakdil, yazmak eylem ve görevini o denli benimser ve içselleştirir ki, bir süre sonra bu eylem onun temel gereksinimlerinden birine dönüşür. Öyle ki, yazının yokluğu, yani yazamamak dayanılmaz bir acı olur. Çünkü yazıya yüklenen bunca görevin de ertelenmesi anlamına gelmektedir yazamamak. “Bağırıyorum: yazamıyorum.” der Pakdil, Edebiyat Kulesi’nde. Kendi kendini paylar yazamayınca: “Yazmadın; o hâlde ne uyuması?”
Yaratıcı hoşnutsuzluğun doruklarında gezinen bir yazar olarak Nuri Pakdil’in yazış sürecini en iyi tanımlayan kavram ateştir. Ateş, hamlığı yok eden, metni pişire pişire çelikleştiren bir yazarın olmazsa olmaz dostudur. “Ateşte yazarım ben. Yazı, sıcakta büyür.” diyor Pakdil, Edebiyat Kulesi’nde. Yine aynı eserin başka bir bölümünde ise, “kazanda kaynattığı” metinden söz eder. Yazar ve metin ateşe bulaşınca bir kez, okura da sıçrar yangın: “Bu yazıyı kim okursa, bir ateş düşecek yüreğine.” Arap Saati’ndeki deyişle “yanmamış hiçbir şeyi” olmayan, ateş dostu bir yazardır Pakdil.
2. TARİH BİLİNCİ
Nuri Pakdil bir 21.yüzyıl yazarıdır. 1900’lü yılların ikinci çeyreğinde dünyaya gelmiş, ikinci yarısından sonra yazmaya, üretmeye, dolayısıyla hayatı ve dünyayı sorgulamaya başlamış, kısa bir süre içinde de, ereğini belirlemiş ve o tükenmez özün peşine düşmüştür. Söz konusu tükenmez öz, yaşayış, kültür, uygarlık ve tarihimizin her boyutuna rengini ve silinmez izlerini veren İslâm inancıdır. Bu nedenle, “Miladın 570 yılında doğan ÖNDER’in açtığı yol; şimdi, çağın tek gereksinimi iz” dir. Yine Bağlanma’yı kılavuz alarak ilerlersek, diyebiliriz ki, Nuri Pakdil “geçmiş zamanı yeniden öne alan” ve “tarihsel kesikliği sürekli gündemde tutmaya” çabalayan bir kişiliktir. Çünkü bu kurak ve soğuk yüzyılda, “Tarihe tutunarak yürünebilirdi ancak”. Pakdil de öyle yapıyor. Başka türlüsü de beklenemezdi zaten.
Tarihi anarken “azametli bir çınar düşüne kapılır” Nuri Pakdil; “gidip, altında otur” mak isteğiyle hop oturur hop kalkar, soluğunu “derinliklerden almak ister” her dem. Çınarın gölgesine değer katan da VII. yüzyıldan başkası değildir, olamaz da. O gölgede uzanıp öper Medine’yi Tâif. “Hışır hışır” yankılanır “haritanın üzerinde ayak sesleri: âşıkların”. Kimi zaman al bir ateş olur tarihimiz “Pakdilce”de, kimi zamansa cismimize âit bir öğe. Putu ürküten “Ali’nin VII. yüzyıldan beri yığılagelen tavrı” da bu tarihin içindedir; gül de, kan da.
Mekke, Medine ve İstanbul da tarih konusunda önemli görevler üstlenmektedir. Öncelik Mekke ve Medine’dedir; çünkü “bu iki kentte kurulmuştu ilkin: Emeğin dinsel, evrensel Devleti: VII. yüzyılda.” diyor Pakdil, Bir Yazarın Notları I’de. Ardından, İstanbul: Ahid Kulesi’ndeki İstanbul IV’e bakalım: “Kalbime cemre düştü / Hoşgeldin güzel Tarih”. Tarihten mekâna, mekândan da tarihe bir sürekli akış vardır İstanbul’da. Tarihin mekânda somutlaşışıdır İstanbul biraz da: “Türbe’yi dönerken, İkinci Abdülhamid’i derin bir saygıyle anıyorsunuz; Gülhane Parkı’nın çınarlarını soluğunuzla okşuyorsunuz; birdenbire Söğüt kasabasını ve devletin kurucusu Osman’ı düşünüyorsunuz; nereyi dönseniz hep Fatih Sultan Mehmed’e doğru ilerliyorsunuz ve her yerde O’nu görüyorsunuz; şimdi bir sokaktan, bir minareden, bir çocuk yüzünden, uygarlığınızı yeniden yüreğinize bastırıyorsunuz”.
3. KUDÜS ve İSTANBUL AŞK
Nuri Pakdil’de Ortadoğu ve Filistin daima gündemdedir. Ortadoğu’nun parçalanması, özellikle Filistin’in hâli Pakdil’in çok somut hissettiği bir yaradır. Fakat Ortadoğu sadece Filistin değildir onun metinlerinde. Çokça da Mekke’dir, Medine’dir. Medine ise bizzat Asr-ı Saadet’tir. “Tâif uzanıp öpüyor Medine’yi: hepimiz arıyoruz VII. yüzyılı. Hışır hışır, haritanın üzerinde ayak sesleri: âşıkların.” VII. asır onun için adeta bir milattır, zengin bir kaynaktır. Bu yüzden sık sık başvurulur. Pakdil, bu zamanda ve burada ikamet etse de aklı ve kalbiyle başka bir zaman diliminde ve coğrafyada yaşamaktadır. Bu bağlamda, onun bir 20. yüzyıl yazarı olarak ele alınıp değerlendirilmesi de kısmen riskli bir yaklaşımdır. Belki de onun asıl yeri Kus bin Saide, İbn Arabi ve Mevlâna’nın hizasıdır.
* Nuri Pakdil, Konuşmalar 2, Tüm Karanlığa Yiğit Direniş
Devamı Cins’in 2019 Kasım sayısında…