Bu dünyada yarım ve yaklaşık olandan nefret etmek sadece Felix Arvers’in işi olmamalı, sanatçının da ödevi bu olmalıdır. Mükemmeliyet duygusu zor bir duygudur ve çoğu sanatçı öyle bir disipline kendini şartlamak istemeyebilir. Ama sanatçılar, Felix Arvers’te “yarım olan”a, “yaklaşık olan”a karşı gelişen tavrı şiar edinmeli ve dünyada “yarım olan” ve “yaklaşık olan” ne varsa onu kemale erdirmeyi ve doğru hâle getirmeyi ödev edinmelidirler. Sanatçının ve yazarın bundan daha büyük bir ödevi mi olur?
AHMET SARI
Rainer Maria Rilke, Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda şair Felix Arvers’in ölüm döşeğini hatırlatır bize: Şair artık ölüm meleğini beklemektedir; hastanede gündelik işler yine devam ederken, pek de eğitimli olmayan bir rahibe sağa sola emir yağdırmaktadır. Konuşmasında “koridor” demesi gerekirken “kolidor” der. Felix Arves dayanamaz, “kolidor” değil “koridor” diye bağırır ve ölür…
Rilke’nin eserini yazarken adeta özdeşleştiği Felix Arvers karakteri, aslında sadece o dönemlerde yaşamış bir şair olma özelliği taşımamaktadır. Felix Arvers, dünyada işini iyi yapan herkes için örnek bir isimdir. İşine hakkını veren, işine on kolla sarılan, varlığını işine adayan ve bir işi yaptığı vakit bunu aşırı titizlikten ya da müşkülpesentlikten dolayı değil (pedanterie[i]), bunu Ingeborg Snack’ın Rilkes Leben und Werk im Bild (Resimlerle Rilke’nin Hayatı ve Eserleri) adlı eserinde de dillendirdiği gibi “mükemmellik düşüncesine erişmek için durmadan gayret gösterme” (unablässiges streben nach volkommenheit) düşüncesiyle yapan biridir. Bu mükemmellik ve kusursuzluk arayışları bir eksiklik, bir yarımlık, bir hata kabul etmez. Sekerat hâlinde, canın kabzedileceği demde bile rahibenin telaffuz ettiği bir hatayı düzeltmek demek, kendini üstün gören, burnu büyük bir Felix Arvers’e götürmez bizi. Hatalı, arada kalmış, yarım, düzeltilmeye teşne, henüz tamamlanmamış olanlara nefreti öngörür bu davranış. Bu, sanatçının ödevdir, misyonudur. Çünkü aynı Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda Felix Arvers için “Şairdi ve kesin olmayan şeyleri sevmezdi.” (Er war ein Dichter und hasste das Ungefähre.) denilir.
Felix Arvers ile Rainer Maria Rilke’yi karşılaştırdığımızda ikisi arasında bir farklılık görülmez. Sadece Duino Ağıtları’nın yazılışının on yılı aşkın bir titizliğe gerindiğini öğrendiğimizde, aynı hassasiyetin Rilke’de de olduğunu görürüz. İlk iki bölüm Duino Şatosu’nda bitirilir, ama metni tamamlayacak ruh, o mükemmeliyet ortamı bulunamadığında yılların geçmesine aldırış edilmez. Amatör edebiyatçılar için geçen on senelik zaman, yazarı metnin bağlamını unutmaya, metnin iklimini dağıtmaya iterken; Rilke Duino Ağıtları için on yıllık aradan sonra kendinde yeniden yazma şevkini bulduğunda, daha demin bırakmış gibi, taptaze bir bilinç sıcaklığı ile kaldığı yerden ağıtlarını -hem de daha derinlikli, daha şiirsel bir şekilde- yazmaya devam eder. Zihinde tamamlanmış, mükemmeliyete erişmiş, taslaklıktan uzaklaşmış ağıtlar, Duino’da Adriyatik Denizi’ne bakan, Trieste’ye yakın Thurn und Taxis Hohenlohe prensesi Marie’nin şatosunda başlamışken Muzot’ta yine bir şatoda tamamlanır. Şair uzun süre o şatoda çalışır. Metni bitirdiğinde, sahrada devesini çok seven bir bedevi gibi, kendine uzun yıllar sonra Duino Ağıtları gibi bir başyapıtı hediye etmiş bu şatoyu sever. Dışarı çıkar, sene 1912’dir, İsviçre’de, Muzot’ta harap hâldeki Muzot Şatosu’nun taşlarını sıvazlar. Muzot Şatosu’na teşekkür eder.
Ingeborg Snack’ın de sözünü ettiği gibi Rilke de Felix Arvers gibi bir mükemmeliyetçiydi. Kesin olmayan şeyleri sevmezdi. Yaşantısında sanatsal faaliyetini sadece “işi” (arbeit) olarak tanımladı. Başka hiçbir şeye “iş” gözüyle bakmadı. Gerçek bir işten, açıklık ve netlikten yanaydı. Aradığı şey, vazıh olandı. Tüm dünya savaşlarından, o dönemde yaşayan insanların yorgunluklarından, dalgalı ve karmakarışık bir yaşantıdan uzaklaşıp şatoya çekildiği ve kendi içine gömüldüğü zamanlar, tecrit edilmiş bir evde, tecrit edilmiş ruhunun çiçeklenip açmasını görebildi. Bu bağlamda topyekûn sanata hasredilmiş yaşantıları seviyordu. Snack’ın sözünü ettiği, Felix Arvers’in ölürken bile rahibenin ağzından çıkan yanlış bir kelimeyi düzeltmesi; Francis James’in dağlardaki evinde yapayalnız yaşantısı; Jasnaja Poljana’da kendi içine kapanmış bir devcileyin yaşantı süren Tolstoy’un inzivası; Ibsen’in otellerde, pencere önünde geçen hayatı; Proust’un hasta olduğu vakitlerde hastanedeki yalnızlığı; Paul Valery’nin uzun susuşu Rilke’nin eserlerinde hüzünlü bir şekilde yerini aldı.
Rilke, Felix Arers’in ölümünü her ölümün kendine aitliği, kendine özgülüğü indinde de ele alır. Herkes kendi ölümünü ölecektir, hiç kimse başkasının ölümünü ölemez. Meyvenin çekirdeğini içinde taşıması gibi, herkes ölümünü kendi içinde taşımaktadır. Her meyvenin çekirdeği nasıl kendine özgü, sadece o meyveye has ise; her insanın bedeninde taşıdığı ölüm de kendine hastır. Malte Laurids Brigge’nin Notları romanından Felix Arversle ilgili bölümü, insanın içinde taşıdığı “kendine ait ölüm”ü anlatması bakımından buraya almakta fayda görüyorum:
“Mesela, Felix Arvers’in nasıl öldüğünü kopya eden biri düşünülemez mi? Hastanedeydi. Sakin, sessiz, kendi hâlinde ölüyordu ve rahibe belki de Felix Arvers’in, olduğundan daha ilerde bulunduğunu sanıyordu. Yüksek sesle, falan filan şeyler, şurada burada gibilerden bir direktif verdi. Oldukça cahil bir rahibeydi bu; o anda kullanmak zorunda olduğu “koridor” kelimesini yazılı görmemişti ömründe; bu yüzden doğrusu öyle sanarak ‘kolidor’ dedi. Arvers, o anda ölümü bir yana itti. Önce bunu aydınlatmayı gerekli görmüştü. Tam bir zihin açıklığı içinde, rahibeye, kelimenin ‘koridor’ olduğunu açıkladı. Sonra öldü. Bir şairdi ve ‘yarım’dan, ‘yaklaşık’tan nefret ederdi; ya da gerçek için çırpınırdı sadece; ya da dünyanın bu kadar ihmal içinde gidişini, beraberine son izlenim olarak almak, onu rahatsız ediyordu. Burasını kestiremeyiz artık. Yalnız, bu bir ukalalık sanılmamalı.”
Devamı Cins’in 2020 Ocak sayısında…
[i] Pedanterie: (Alm.)Aşırı titizlik, kılı kırk yarma.