Osmanlı ekonomik sistemi, sürdürülebilir zenginlik üzerine kurulmamıştı. Yani hanedan aileler, nesilden nesile devam eden has, tımar ve zeametler yoktu. Bu da kendi kültlerini ve yaklaşımlarını yaratan bir sınıfın meydana gelmesine olanak vermiyordu. Batı burjuvazisinin yol açtığı toplumsal ve ekonomik değişimleri Osmanlı’da görebilmek hatta bu kanaldan giderek ilişkilendirebilmek imkânsızdır. Yön dergisi çevresinde Doğan Avcıoğlu, Behice Boran gibi isimlerin sıklıkla düştüğü yanılgı da buradadır.
FURKAN ÇALIŞKAN
1960 yılında alttan alta kaynayan esas mesele, “Türkiye’nin hayatını devam ettirip ettiremeyeceği” idi; eğer bu mümkün ise ardından gelen soru “Türkiye’nin hayatını nasıl devam ettireceği” oldu. Bu meseleyi ağırlıklı olarak şairler, tarihçiler, sosyologlar ve iktisatçılar tartıştı. Çağın haz toplumundaki kişisel gelişim ve herkesin kendi küçük kayığını yüzdürme kaygısına karşın 60’lı yıllar, “Türkiye Üzerine Tezler”in çarpıştığı bir dönemdi. Bu tartışmalara ve tezlere katkı veren isimlerden biri olan İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması ile birlikte o şaşırtıcı sağ-sol tablosuyla şu an iktisatçı bir Jules Verne gibi görüldüğü günlerdeyiz. Bu tespitin ne öncesine ne sonrasına bakıldı.
HEGEMONYA PARADOKSU
“Türkiye’nin hayatını nasıl devam ettireceği” sorusuna cevaplar bulabilmek için, Osmanlı’nın hayatını nasıl devam ettirdiğini anlamak lazımdı. Kapitalizmin Batı’da doğuşu ve yükselişini sağlayan koşulların Osmanlı’da ortaya çıkmayışı, bu noktadan hareketle tarihi bir nedensellik ve ardıllık sağlanamayışı, bilhassa akademideki düşünürleri, kapitalizm öncesi yani pre-kapitazlim ve feodalizmi irdelemeye yönelttiği aşikâr. Küçükömer de buna dâhil. İmparatorluk Osmanlı’sını “feodal” bir çerçevede değerlendirmek ile ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) içerisinden bakmak şeklinde iki yaklaşım ön plana çıktı. Burada geleneksel bir akademik tartışmadan bahsetmiyoruz. Bu tartışmalar Türkiye’nin sosyalizme geçişinin mümkünlerini araştırmak ve bir yön bulabilmek amacını taşıyordu. Bu sebeple teorinin rahat düzlüklerine fazla itibar etmeden, pratik bir uygulama ve daha da önemlisi Türk toplumuna yakıştırma kaygısı ön plandaydı. Pre-kapitalist yorumlar ve ATÜT kavramı üzerinde durma niyetim yok, bunlar defalarca yazıldı, anlatıldı. Benim amacım, ezilen bir geçmiş adına sürdürülen tartışmalarda, bilhassa Küçükömer bağlamında, düşünsel fırsatlara odaklanmak ve klasik tarihselliğin neden-sonuç ilişkilerine endeksli imkânların izini sürmektir.
Düzenin Yabancılaşması’nda Küçükömer, Batı kapitalizmi ile Osmanlı ekonomik sistemi arasındaki çelişkileri bir izlek olarak çalışmasının bütününe yayar. Burada dikkat edilmesi gereken ana nokta, iki farklı ekonomik sistem olarak değil, iki karşıt sistem olarak analiz edilmesidir. Bu analizin ucu en nihayetinde Batıcı laik bürokratlar ile halka dayanan doğucu İslamcılara kadar uzanacak ve şimdiler de pek popüler olan “Türkiye’de sağ sol, sol da sağdır” tezine kadar çıkacaktır. Küçükömer’in Batı kapitalizmini ana taslak olarak elde tutup, Osmanlı ekonomik sisteminin niçin ayrık hatta karşıt bir biçimde durduğunu bu ana taslağa bakarak söyleyecektir. Yani Küçükömer’in analizi, aslına bakarsanız bir tür “olamayanın analizi”dir. Küçükömer’e göre Batı’daki feodal kurumlara rağmen gelişen kapitalist düzendeki çelişki bugünkü mevcut batı kurumlarının temel çalışma mantığını oluşturmuştur. Bu da Küçükömer’i bizdeki Batılılaşmanın “köksüzlüğüne” götürür. Fakat genel olarak bu analizdeki hava, bir olmamışlığı ya da başarısızlığı tasvir eden bir durumda seyreder zaman zaman. Bu da Küçükömer’in geleceğe dair çözüm önerilerinde açıkça sırıtır. Burjuvazinin, yetki ile tanışmasını belediye birimlerinin kurulması ile başlatır. Sonraki aşama ise merkantilist düzenin ihtiyaç duyacağı geniş ve sınırların olmadığı pazarlar, sınırlardan özgürce geçerek tüketim ve üretim dairesine katılacak olan “hür insanlar”dır. İşte tam bu noktada bu hür insanı elde edebilmek için kilisenin ekonomik hayata müdahalesini azaltmak amacıyla “laiklik” icat edildi. Peki kilise ve toprak beyleri kapitalist yeni düzene nasıl entegre oldu? Bu sorunun cevabını Uygarlıkların Grameri kitabında Fernand Braudel veriyor; özgürlüğün batıdaki gerçek manasının “imtiyazların paylaşılması” olduğunu söyleyerek. Bu imtiyaz paylaşımı ile modern Batı kurumlarının temeli atıldı. İlk başlarda uzun sürecek olan bir karmaşa zamanla karmaşanın şaşmaz düzenine dönüştü. Öyle bir düzen ki 1862’de Dostoyevski’ye şunları söyletti: “Görünürdeki bu kargaşa aslında burjuvazi düzeninin en üst derecesi…”
Osmanlılarda üretim araçlarının özel mülk statüsünde sermaye birikimi yaratma sürecinin görülmemesi, böyle bir birikimin olmamasının ihracat açısından kısıtlayıcı niteliğiyle sürekli genişleyen imparatorluk toprakları bir hegemonya paradoksu yaratıyordu. Nicel gelişme nitel bir güçsüzlüğe dönüşür. Küçükömer bu duruma “fasit tarihi bir kapan” der. Bense bu durumun salt bir üretim-tüketim ve pazar üçgeninde seyreden bir eko sistem olarak göremiyorum. Kolektif hafızaya ne kadar inanıyorsam, kolektif karaktere daha çok inanıyorum. Mesela, amansız bir kovalamaca içerisinde olan bir av ve avcı hayal edin. Bu kovalamaca zamanla öyle bir süreklilik kazanır ki kim av kim avcı kim kaçan kim kovalayan artık ayırt edilemez hâle gelir. Kapitalist kurum ve sınıfların, sistem içerisindeki hâli de toplumların birbirine göre konumlanması da böyledir. Önce, sistem üzerindeki av ve avcı paradoksunu örneklemeye çalışayım. 1630 Lale krizine bakalım. Lale soğanları, Osmanlı’dan Batı’ya gitmiştir ilk önce. Üretim imparatorluk sınırlarında, pazar ise Batı’dadır. Bu soğanlar Hollanda’da bir virüs etkisi ile mutasyona uğrar. Hastalık, lalelerin muhteşem ve farklı renklerde açmasını sağlar. Fakat daha sonra bu enteresan dönüşüm önce büyük bir çılgınlığa daha sonra ise büyük bir ekonomik felakete yol açar. Bakın bu durumu Richard Roberts nasıl anlatıyor:
- Mevcut ekonomik sisteme daha önce var olmayan bir değer girer. Hollandalılar lale soğanı alım satım işine başlar (Kapitalizmin önce Hollanda da sistematik hâle geldiğini unutmayalım)
- Lale soğanı fiyatları yükselir.
- Spekülatörler fiyatları sürekli yukarı çekmeye başlarlar. Lale soğanı çeşitliliği bir sosyal sınıf imtiyazının sembolü hâline gelir. Tam bir çılgınlık durumu yaşanır.
- Ortalama yıllık gelirin 150 florin olduğu bir dönemde tek bir lale soğanı 1250 florine alıcı bulur.
- Rakamlar öyle noktalara ulaşır ki artık gerilim ve stres korku seviyesine yükselir. Sınıfların, kendilerini diğerlerinden ayırma ve yerlerini işaret etme alâmeti olarak lale bir korku ortamı yaratır.
- 1637’de pazar çöker ve hiçbir lale soğanı alıcı bulamaz. Tam bir panik hâli yaşanır.
- Her şey aslına döner. Ekonomi resesyona girer, sistem ve sınıflar amansız bir hesaplaşmaya girer.
Roberts günümüzde yaşanan Mortgage krizini de 1630 Lale Krizi’ne benzetir. Değişen tek şey ürün olmuştur. Şimdi hikâyenin asıl ilginç yerine geliyoruz, mutasyona uğrayarak farklı renklerde açan lale soğanları geldiği topraklara fahiş fiyatlarla geri döner. Osmanlı tarihindeki meşhur Lale Devri başlar. Bir gemi dolusu altına karşılık Hollanda’dan gelen bir gemi dolusu lale. Mimari ve sosyal yaşantıya etki eden hızlı değişim, 1730 ihtilali ile (Patrona Halil İsyanı) son bulur. Şimdi bu örnekte av ve avcı, kaçan ve kovalayan, ayrıksı ekonomik sistemlerin ardıllığı ya da organik birlikteliği için göz önüne alınabilecek pek çok husus var. Küçükömer’in “fasit tarihi kapanı” imparatorluk özelinde merkeziyetçi yayılma politikasının, ihracatı göz ardı eden yaklaşım ile birlikte içine düştüğü çıkmazı kastederken, bu fasit dairenin dış etkileşim ile karşılıklı bir ava dönüştüğü gerçeğini de eklemek gerek diye düşünüyorum. Evet, Küçükömer hem iktisadi hem de toplumsal yaşantı açısından Batı ile “farklı denizlerin balıkları” olduğumuz gerçeğini hiçbir zaman göz ardı etmeden ilerlerken, yabancı bir denizden gelen balığın oluşturacağı zincirleme olgulara açıkçası pek girmiyor.
Zannımca Küçükömer’in kapıkulları ile belediyeler sonrası yetki ile tanışan burjuvazinin bürokrasisi üzerine yaptığı analizler oldukça kıymetli. Hele ki kapıkulu psikolojisi üzerine düşünmek, dönem tartışmalarında hızlı ve sloganik bir biçimde geçilen bir durumdur. Küçükömer’e göre normalde üretim aracı sahiplerinde gözüken “sınıfsal döğüşe kalkabilme” özelliğinin kapıkulu bürokrasisinde olmaması, bu psikolojinin aşırı kuşku, yalnızlık ve kolay değişebilirlik gibi niteliklerinde aranmalıdır. Halk arasında yaygın kanı olarak, devlet kutsiyetinin bir Türk karakteristiği olmasının kökenlerini Osmanlı’da değil, çok daha öncelerinde aramak gerek. Devlet kutsiyeti, imparatorluk Osmanlı’sında Türkler için pek de geçerli değildi.
CELÂLİYİM, CELÂLİSİN, CELÂLİ
Hegemonya paradoksu, ticaret yollarındaki değişim, merkezi otoritenin genişleyen sınırlar üzerindeki mutlakıyetindeki sıkıntılar (II. Osman gibi radikal bir padişahın, başkenti Bursa’ya nakletme, üretim merkezi ve kozmopolit ekonomik bir pazar haline gelen İstanbul’dan uzaklaşma isteği, kimi Osmanlı padişahlarının Balkanlara daha yakın olabilmek için Edirne’yi daha sık kullanma arzusu veya zaman zaman Osmanlı devlet adamlarının merkezi otoriteyi imparatorluğun sinir hücrelerine yani Doğu Avrupa’ya yaklaştırma önerileri), azalan gelir, has, tımar sahiplerinin ulusal ve uluslararası merkantilist bir eğilime hiçbir zaman sahip olmamaları, artan vergiler ile merkeze karşı olan sorumluluklarını yerine getirme baskısı Celali İsyanları’na yol açtı. Sonrasında başkente ve diğer önemli şehirlere artan göçler ve bu nüfusun devlet hizmetinde istihdamı, üretimin azalmasına ve hizmet gücü ile alıcı arasındaki dengesizliğin artmasına yol açtı. Son yıllarda günümüz Türkiye’sinde dahi aynı kamu istihdamınım görebiliriz. Küçükömer de bu durumu şöyle ifade ediyor: “İmparatorluğun üretim güçlerinin gelişmesini durduracak, hatta onları eritecek tarihi objektif bir tuzağı, ya da kapanı yaratacaktı. Söz konusu kapan bir sonuç iken, koşul hâline gelecek ve koşul-sonuç ilişkisi devamlı bir devinmeye uğrayacaktı. Ve kapan giderek daha daralacak, daha kapanacaktı.”
Celâli mücadelesinin, 1596’da birden genişleyerek bütün Anadolu’yu büyük bir krize sürüklediğini bir dönemde vergilerin artması, saraydan doğrudan sancaklara atanan kapıkulu bürokrasisinin çözebileceği bir mesele değildi, yine de bu bürokratların Türkmen aşiretlere Rus mujikleri gibi bakması zannedildiği gibi sınıfsal bir ayrım hâline gelmemiştir. Çünkü atanan sancak beyleri, ailevi bir miras ile gelmedikleri gibi bu şekilde bir miras da bırakmamışlardır. İmparatorlukta sınıflar değil unsurlar vardı ve Türkmenler alt tabaka olarak, yarı askeri ve mobil Osmanlı sisteminin neredeyse tek üretici unsuru idi. Üretmek, savaşmak ve ölmek üçgeninde iki nesil öncesine gidilemeyecek kadar nesillerin devamlılığını yok ediyordu. Bu açıdan Celâli mücadelesi, Sultan Hamid sonrası Osmanlısı ve İstiklal Harbi’ni gerçekleştiren yeni Türkiye’nin mücadele gücünün tabiri caizse atasıdır.
Devamı Cins 2020 Şubat sayısında…