Hasılıkelam, insanların o zamanlar da şimdiki gibi bildikleri gördüklerinden ibaret, gördükleri ise cesaretlerinin elverdiği kadardı. Bir nefesle dünyanın yedi bucağına doğru yelken açıp arzın altını üstüne getirmek elbette herkesin harcı olamazdı. Bu harca bir sebep gerekti. Nasiptir ve ötesi de değildir ve nasipten ötesi de zaten yoktur ki; daha Pîrî Muhyiddin Hacı Mehmet çocukken başına gelen ve pek kimsenin bilmediği bir şey genç adamın denizlere doğru ufkunu açmış, onu enginlere açılan ufkunun peşinden denizlere atmıştı.
GÜRAY SÜNGÜ
İnsanın dörtte üçü keder, dünyanın dörtte üçü suydu. Kederinde boğulan insan ya göğe ya suya bakarak dirilirdi. Göğe bakmak için başı yukarı kaldırmak, suya bakmak için gözü gökten çevirmek yeterliydi. Zira yukarıda her yer gök, aşağıda her yer ise denizdi. En azından gözünü hem göğe dikip hem de gökten çeviren Pîrî Muhyiddin Hacı Mehmet adlı genç adamın doğduğu Gelibolu’da böyleydi. Bu enteresan genç adam daha çocukken bile gözünü, hem denize benzeterek göğe dikerdi hem de göğün deniz olmadığını anlayıp gözünü gökten çevirirdi. Aslında gök de deniz de birdi, genç adam bunu iyice bilirdi. Ama aslında gök, denizin bir nevi “bir şeyi başka bir şeye benzeteni”ydi. Mesela denizin rengi yoktu da rengini denize gök verirdi. Hava kapalıysa deniz gök gibi griydi. Gök açıksa, denizin rengi de gök gibi maviydi. Göğün sınırı, ucu bucağı yoktu çünkü ucuna bucağına giden olmamıştı. Denizin de sınırı, ucu bucağı yoktu çünkü denize yelken açıp da bir kıyıya varana kadar gidenlere pek kulak kabartılmamıştı. Hasılıkelam, insanların o zamanlar da şimdiki gibi bildikleri gördüklerinden ibaret, gördükleri ise cesaretlerinin elverdiği kadardı. Bir nefesle dünyanın yedi bucağına doğru yelken açıp arzın altını üstüne getirmek elbette herkesin harcı olamazdı. Bu harca bir sebep gerekti. Nasiptir ve ötesi de değildir ve nasipten ötesi de zaten yoktur ki; daha Pîrî Muhyiddin Hacı Mehmet çocukken başına gelen ve pek kimsenin bilmediği bir şey genç adamın denizlere doğru ufkunu açmış, onu enginlere açılan ufkunun peşinden denizlere atmıştı.
Şöyle olmuştu:
Bu çocuk bir sabah saba makamı kulaklarına buyur olmaya ramak kala gözlerini açtı. Açılan gözlerine karanlık doldu. Küçük bir odaydı uyuduğu ve uyandığı. Ama oda sallanıyordu. Doğruldu korkuyla, sağından ve solundan tuttu yatağını, kaldı öyle ve baktı. Deprem zannetmedi olanı zira bir şeyi bir şey zannetmek için akıl yürütmek gerekirdi. Öyle korktu ki, aklı yürümedi. Ama kıyamet dedi zira kıyamet bir bilgi olarak dünyadan değildi, insandan ve içerdendi. Öğrendiği değil, hissettiğiydi. Ama aslında olan, kıyamet de değildi. Bunu sallantı üç dakka beş dakka geçip de sonlanmayınca, sonlanmadığı gibi odayı, evi, barkı, tavanı, tabanı yıkmayınca anladı. Kalktı yürüdü duvara tutuna tutuna, baktı ki masada bir bardak su. Ama nasıl bir fırtına kopuyor o bir bardak suda. Fırtınanın şiddeti odayı sallıyor. Tuttu bardağı. Sallantı durmadı, kendisini de salladı. Zaten oda sarsılıyor, savruluyor; bıraktı bardağı. Masayı tuttu, ama aynı. Zaten ayakta da zor duruyor. Bilemedi ne yapsa. Bir an düşünmeden alıverdi bardağı eline, zor sabitledi kendini yere, elindeki bardak kendisini neredeyse yere devirecek, sıktı kendini, kaldırdı bardağı, yaklaştırdı dudaklarına, su bu sonuçta, ne olabilir ki, su hayat değil mi, dikti tepesine, üç yudumda içti bardaktaki fırtınayı. Sallantı durdu.
Sallantı, sarsıntı durdu evet. Bardağı bıraktı masaya. Dünyaya döndü. Dışarı baktı. Odadan çıktı. Pencereden sarktı. Evi dolaştı. Ne sallanmaya dair bir emare, ne korkuya dair bir iz. Sanki hiçbir şey olmamış, ev, oda; masa, oda; ev, kâinat sallanmamış. Rüya mıydı bu dedi? İçinden bir fırtına cevap verdi. Rüya değil. Cevabı anlaması yıllarını aldı. Ama daha o ilk an bir şey duymadan önce rüya sandı. Ama içmişti suyu üç yudumda. Nasibiydi demek. Sonra?
Devamı Cins Şubat sayısında…