Akira Kurosawa 1990 yılında Tokyo’da Ağustos’ta Rapsodi‘yi çekerken Marquez onunla çeşitli konular hakkında altı saatlik bir söyleşi gerçekleştirir. Bu röportaj ilk kez 1991’de Los Angeles Times’ta yayımlandı.
SÖYLEŞİ: GABRIEL GARCIA MARQUEZ
CİNS İÇİN ÇEVİREN: AHMET ÖLMEZ
Marguez: İki arkadaş arasındaki bu konuşmanın bir basın konuşmasına dönüşmesini istemesem de sen ve eserlerine dair sormak istediğim birçok soru var. Öncelikle senaryolarını nasıl yazdığını merak ediyorum. Bunu merak etmemin ilk sebebi benim de bir senaryo yazarı olmamdır. İkinci olarak da büyük edebi eserlerin fevkalade uyarlamalarını yaptın. Bundan dolayı da kendi eserlerimin yapılan ve yapılacak uyarlamaları hususunda birçok şüphem mevcut.
Kurosawa: Aklıma özgün bir şey geldiğinde onu hemen bir senaryoya dönüştürmek isterim. Derhal yanıma kalem kâğıt alarak kendimi bir otele kilitlerim. Bu esnada kurguya dair genel bir fikrim olmakla beraber nasıl biteceğini de aşağı yukarı biliyorumdur. Eğer hangi sahneyle başlayacağımı bilmiyorsam, olayların akışına göre en doğal sahne neyse onunla başlarım.
Marquez: Aklına ilk gelen şey bir fikir midir yoksa bir imge midir?
Kurosawa: Tam manasıyla ifade edemesem de hepsinin dağınık birkaç imgeyle başladığını söyleyebilirim sanırım. Japonya’daki birçok senaryo yazarının senaryoyu kaba hatlarıyla tertip edip sahneleri tanzim ederek kurguyu sistematize ettiğini ve ondan sonra da yazmaya başladıklarını biliyorum. Ama Tanrı olmadığımız için doğru yolun bu olduğunu düşünmüyorum.
Marquez: Shakespeare, Gorki veya Dostoyevski gibi yazarları uyarladığında da yöntemin bu kadar içgüdüsel miydi?
Kurosawa: Sadece işin yarısına kadar filmi çeken yönetmenler, edebi imgelerin sinematik imgelerle seyirciye aktarmanın zorluğunu bilemeyebilirler. Mesela, bir polisiye romanın uyarlaması çekilirken rayların yanında cesedin bulunduğu sahnede genç bir yönetmen, hususi bir yere işaret ederek kitaptakiyle birebir örtüştüğünü söylemişti. Ben de ona yanıldığını söyledim. “Sorun şu ki kitabı okumuş olduğundan cesedin rayların yanında bulunduğunu biliyorsun; ama kitabı okumamış insanlar için bu belirttiğin yerin herhangi bir önemi yok.” Edebiyatın gücüne hayran kalan genç yönetmen sinematik imgelerin daha farklı bir şekilde ifade edilmesi gerektiğini fark etmemişti.
Marquez: Gerçek hayatta olup da filme çekmesi imkânsız bir imge aklınıza geliyor mu?
Kurosawa: Evet. Gençken asistan yönetmen olarak çalıştığım dönemlerdeki İlidaçi ismindeki madencilikle uğraşan kasabanın havası öyle bir şeydi. Yönetmen ilk bakışta bu kasabada muazzam ve tuhaf bir havanın olduğuna kanaat getirmişti ve bu sebeple de filmimizi orada çektik. Ne var ki filmde alelade bir kasaba gözükmekteydi çünkü bizim bildiğimiz bazı şeyler filme yansıyamamıştı: Kasabadaki iş koşulları çok tehlikeliydi ve madencilerin eşleri ve çocukları mütemadiyen onların başına bir şey gelmesinden korkarak yaşıyorlardı. O kasabaya bakınca insan o manzarayla o hissi birbirine karıştırıyor ve olduğundan daha tuhaf zannediyor. Maalesef kamera aynı gözlerle onlara bakamıyor.
Marquez: Gerçek şu ki romanlarının film uyarlamalarından memnun kalan çok az sayıda yazar tanıyorum. Uyarlamalarınla ne türlü bir tecrübe edindin?
Kurosawa: Müsaadenizle ilk başta bir soru soracağım: Kızıl Sakal filmimi seyrettiniz mi?
Marquez: Bu filmi son 20 yılda altı kere seyrettim ve çocuklarım filmi kendi başlarına seyredebilene dek her gün onlara bu filmden bahsettim. Bu film ben ve ailem tarafından en sevilen filmlerin arasında olduğu gibi sinema tarihi açısından da en sevdiğim filmlerden biridir.
Kurosawa: Kızıl Sakal kendi tekâmülümde bir referans noktası teşkil etmektedir. Ondan önceki filmlerim ondan sonraki filmlerimden farklıdır. Bu bir safhanın sonu ve başka bir safhanın başlangıcıydı.
Marquez: Bu oldukça bariz. Dahası, aynı filmin içinde eserlerinin tamamını yansıtan iki sahne bulunmaktadır ve bu iki sahneyi de unutmak mümkün değil. Birisi peygamberdevesi bölümü, diğeri de hastane avlusundaki karate dövüşü.
Kurosawa: Evet, ama demek istediğim, kitabın yazarı Şuguro Yamamoto, kitaplarının filme uyarlanmasına her zaman karşı çıkmıştır. Kızıl Sakal bir istisnaydı çünkü izni alana dek merhametsizce ısrar etmiştim. Filmi çektikten sonra izlediğinde, “Romanımdan daha ilginç olmuş,” dedi.
Marquez: Acaba filmi neden bu kadar çok sevdi?
Kurosawa: Çünkü sinemanın içkin özelliklerini berrak bir şekilde algılayabiliyordu. Benden rica ettiği tek şey bütünüyle başarısız bir kadın olan ana karaktere karşı hassas davranmamdı. Filmde de onu görebilmişti. İşin ilginç tarafı, kadının başarısız olduğu kitapta açık bir şekilde ortaya koyulmuyordu.
Marquez: Belki de öyle düşünmüştür. Bu biz romancıların başına sık gelen bir şeydir.
Kurosawa: Demek ki. Bazı yazarlar, kitaplarından uyarlanan filmleri izlediğinde “Romanımın şu kısmı iyi yansıtılmış,” der. Oysa bahsettikleri şey yönetmen tarafından eklenen bir şeydir. Ekranda apaçık gördükleri şeyi kitaplarında demeyi kast etmeyi düşünmüşlerdir belki ama bunu yazamadıklarından dolayı yönetmenin içgüdüsü olaya dâhil olmuştur.
Marquez: Bu bilinen bir gerçektir: “Şairler zehir karıştıran kimselerdir.” Ama sizin mevcut filminize geri dönecek olursak, burada filme aktarılacak en zor şey fırtına mı olmuştu?
Kurosawa: Hayır. En zor şey hayvanlarla beraber çalışmaktı. Su yılanları, gül yiyen karıncalar… Ehli yılanlar insanlara aşina olduğundan hemen kaçışmıyorlar ama elde de yılanbalığı hissi veriyorlar. Çözüm olarak yabani büyük bir yılan yakaladık. Yılan bütün gücüyle kaçmaya çalışıyordu ve gerçekten de çok korkutucuydu. Bu yüzden rolünü iyi oynamıştı. Karıncalara gelince, mesele onları gülfidanına tek sıra halinde yürütmekti. Uzun bir süre çekingen davrandılar. Sonradan gül sapına doğru baldan bir şerit çizince karıncalar harekete geçti. Geriye dönüp bakınca birçok zorluk çektiğimizi görüyorum, ama buna değdi çünkü birçok yeni şey öğrendim.
Marquez: Evet, fark ettim. Peki, bu nasıl bir film ki hem karıncalarla hem de fırtınalarla cebelleşiyor? Kurgusu nedir?
Kurosawa: Bunu birkaç kelimeyle özetlemek çok zor.
Marquez: Biri birini öldürüyor mu?
Kurosawa: Hayır. Bu film Nagazaki’deki atom bombası saldırısını atlatan ve geçen yaz torunlarınca ziyaret edilen yaşlı bir kadına dair. İnsanı şoka uğratacak gerçekçi sahneler çekmedim. Bunlar hem insanın sınırlarını zorlardı hem de olayın dehşetini tam açıklayamazdı. Anlatmak istediğim atom bombasının milletimizin kalbinde bıraktığı yara ve bu yaranın nasıl iyileştiğine dairdir. Bombanın atıldığını günü daha dün gibi hatırlamama rağmen hâlâ bunun gerçek dünyada vuku bulduğuna inanamıyorum. İşin kötü tarafı Japonlar bu tecrübeyi şimdiden yokluğa sürüklemiş gibiler.
Marquez: Bu tarihi amnezinin Japonya’nın geleceğinde ve Japon halkının kimliğinde nasıl bir rol oynayacağını düşünüyorsunuz?
Kurosawa: Japonlar bu konu hakkında doğrudan konuşmazlar. Hususi olarak da siyasetçilerimiz ABD’den korktuğu için sessiz kalmaktadır. Truman’ın dünya savaşını hızlı bir şekilde bitirmeyi amaçladığı için bombalamayı gerekçelendirmesini kabul etmiş olabilirler. Ama bizim için savaş hâlâ devam etmektedir. Hiroşima ve Nagazaki’deki toplam ölü sayısının 230.000 kadar olduğu tespit edilmiş. Oysa hakikatte yarım milyon insan öldü. An itibariyle de Atom Bombası Hastanesi’nde 45 yıllık çile neticesinde bombanın artçı etkisinden ölmeyi bekleyen 2.700 insan var. Başka bir deyişle atom bombası hâlâ Japonları öldürmektedir.
Marquez: Benim duyduğum en mantıklı açıklama, ABD’nin aceleci davrandığını çünkü elini çabuk tutmadığı takdirde Japonya’ya Sovyetlerin gireceğinden korkmasıydı.
Kurosawa: Evet, ama neden sadece sivillerin yaşadığı ve savaşla bir alakası olmayan bir şehri hedeflediler? Savaşa dâhil olan askeri bölgeler de mevcuttu.
Marquez: Tokyo’nun kalbinde korumasız duran Emperyal Saraya da bomba atmadılar. Sanırım siyasi ve askeri güce dokunmayarak müttefikleriyle ganimet paylaşmak istemeyen ABD pazarlık sürecini hızlı ilerletmek için muhataplarını öldürmemiş oldu. Bu insanlık tarihinde başka hiçbir milletin tecrübe etmediği bir şey. O halde: Japonya atom bombası atılmadan teslim olsaydı şu an başka bir Japonya mı görüyor olacaktık?
Kurosawa: Bunu tahmin etmek zor. Nagazaki olayını yaşayarak atlatan kimseler genelde tecrübelerini hatırlamak istemiyor çünkü kurtulmak için ebeveynlerini, çocuklarını ve kardeşlerini geride bırakmak zorunda kalmışlardı. Hâlâ kendilerini suçlu hissetmeden duramıyorlar. Sonradan altı yıl boyunca ülke ABD tarafından işgal edilince bu unutma süreci hızlandı ve Japonya hükumeti de buna katkı sağladı. Bütün bunları savaş neticesi oluşan engellenemez trajediler olarak görmeye razıyım; ama en azından bombayı atan ülkenin Japon halkına özür dilemesi gerektiğini düşünüyorum. Bu olmadığı sürece dram sona ermeyecektir.
Marquez: O kadar mı? Bu şanssızlık uzun bir mutluluk dönemiyle tazmin edilemez mi?
Kurosawa: Atom bombası Soğuk Savaş’ın ve silahlanma yarışının başlangıcıydı ve nükleer enerjinin yaratılışı ve kullanıma uygun hale getirilmesinin de ilk adımıydı. Bu tür kökenlerle mutluluk asla mümkün olmaz.
Marquez: Anlıyorum. Tabii nükleer enerji lanetli bir kuvvet olarak doğdu ve bir lanetle doğmuş kuvvet tam da Kurosawa’ya göre bir tema. Benim ilgimi çeken nokta, nükleer enerjinin kendisini kınamaktan ziyade onun başlangıcından beri yanlış kullanılmasını kınamanız. Elektrik, elektrikli sandalyeye rağmen hala iyi bir şeydir.
Kurosawa: Bunlar aynı şey değil. Bence nükleer enerji insanlar tarafından kurulan kontrol mekanizmasını aşmaktadır. Nükleer enerjinin muamelesinde bir hata meydana gelirse bu hatanın ilk anı müthiş bir felaket olur ve artakalan radyoaktivite de yüzyıllar boyunca etkisini sürdürür. Diğer yandan, su kaynıyorsa onun tehlikesini almak için soğumasını beklemek yetiyor. Yüzyıllar boyunca kaynayan şeyleri kullanmayı bırakalım.
Marquez: İnsanlığa olan inancımı kuvvetlendiren en büyük unsurlardan biri de Kurosawa’nın filmleridir. Ama aynı zamanda atom bombasını sadece sivillere karşı kullanmakta yatan adaletsizliğe ve Japonları bunu unutturmak için Amerikalılar ile Japonların ittifak kurmasına karşı durmanı anlıyorum. Ne var ki nükleer enerji insanlık için askeri olmayan alanlarda büyük hizmetlerde bulunabilmesine rağmen bu şekilde kınanması makul gelmiyor bana. Burada bir duygu karmaşası var gibi gözüküyor: Size göre Japonya bütün bunları unuttu ve suçlu olan ABD de suçunu kabul edip Japon halkına karşı özür dilemedi.
Kurosawa: İnsanlar, gerçekliğe dair müdahale edemediği hususların var olduğunu fark edince daha da insan olur. Bence Çernobil’de olduğu gibi sakat çocuklar veya sekiz bacaklı atlar üretme hakkımız yok. Ama şimdi düşününce bu konuşmanın oldukça ciddileştiğini görüyorum, niyetim bu değildi.
Marquez: Doğru olanı yaptık. Konu bu kadar ciddi olunca insan da ister istemez onu ciddiyetle ele alıyor. Bitirmek üzere olduğunuz film bu husus üzerindeki düşüncelerinizi hiç aydınlattı mı?
Kurosawa: Doğrudan değil. Bomba atıldığında genç bir gazeteciydim ve olan biten hakkında makaleler yazmak istiyordum. Ne var ki işgal bitene dek bu konu hakkında yazmak yasaktı. Şimdi bu filmi yapmaya koyulunca konu hakkında araştırmaya başladım ve önceden bilmediğim birçok şeye vakıf oldum. Eğer düşüncelerimi bu film vasıtasıyla ifade etmek isteseydim bu filmi ne Japonya’da ne de başka bir yerde gösterime sokabilirdiniz.
Marquez: Bu diyaloğun transkriptini yayımlamamız mümkün müdür acaba?
Kurosawa: Bir itirazım yok, hatta tam tersi, bu öyle bir konu ki birçok insan hiçbir sınıra takılmadan görüşlerini sunabilmeli.
Marquez: Çok teşekkür ederim. Her şeyi düşünüp ele alınca Japon olsaydım eğer ben de sizin gibi bu konuda aydınlatıcı bir güneş olmak isterdim. Ve her halükarda sizi anlıyorum. Savaş kimsenin işine yaramaz.
Kurosawa: Aynen öyle. Sorun şu ki ateş edilmeye başlandığında İsa ve melekleri bile askeri komutanlara dönüşüyor.