Her ne kadar fizik ve metafizik arasında klasik dönemde sıkı bir ilişki varsa da bu ilişki, karşılıklı dayanma tarzında değildir. Fizik, metafiziğe dayanır, çünkü nefsler ve akıllar, hareket teorisinin bir parçasıdır. Fakat teoloji kısmının fizikle temellendirmesi yapılmaz. Evet, Aristoteles teolojiyi, fizikle temellendirmiş, Tanrı’nın hareket etmeyen hareket ettirici olduğunu ve semavî akılların da aynı şekilde hareket verme işlevi gördüğünü söylemişti.
ÖMER TÜRKER
Bir önceki yazıda evrim teorisine dair kısa bir özet verip ardından evren tarihi fikriyle birlikte ele alacağımı söylemiştim. Fakat evrim teorisi, evren tarihi fikrinden daha özel sorunları ele almayı da gerektirdi. Bu sebeple evrimi sonraki yazıya erteleyip bu yazıda evren tarihi sorununun muhtemel bir çözümüne değinmeye karar verdim.
Evren tarihiyle ilgili sorunun muhtemel bir çözümü, genel kavramlar ve ilahiyat (ontoloji ve teoloji) bahislerinin fizik bahislerinden ayrı düşünülmesidir. Böyle bir düşünce kanaatimce kelam ve tasavvuf geleneği için oldukça makuldür. Daha önceki yazılarda belirtildiği üzere kelam geleneğinin temel tezleri, tarih boyunca zaten üç veya daha fazla teorik fizikle savunulmuştur. Kanaatimce kelam, maddî dünyanın açıklaması söz konusu olduğunda özünde pragmatisttir. İlahî kudretin daimî müdahalesine imkân verdiği ve yöntemsel ilkelerle tutarlılık arz ettiği sürece farklı açıklamalar zaten kelamcılar açısından mümkündür. Fakat müteahhirûn kelamcılar, fizik ve metafizik arasındaki irtibatı -deliller ve konular arası ilişki bakımından- çok güçlendirdiler ve kelamı kendi içinde oldukça muhkem bir yapıya dönüştürdüler. Özellikle Adudiddîn el-Îcî gibi önde gelen kelamcılar, kelamın bu yapısına müdahil olmak istediyse de yapısal dönüşüm yapmaya muvaffak olamadı. Dolayısıyla fizik ve metafiziğin birbirinden ayrılması, müteahhirûn kelamı biraz daha güçtür. Aynı durum, bilim geleneğini temsil eden filozoflar için haydi haydi geçerlidir. Çünkü metafizik ve fizik bahisler son derece muhkem bir şekilde ilişkilendirilmiştir. Ayrıca felsefenin metafizik idealleri, fizik dünyanın idrakiyle yakından bağlantılıdır. Yine de kelam ve metafizikteki temel görüşlerin tarihsel süreci, fizik teorilerinden bağımsız okunmaya elverişlidir. Tasavvufun İbnü’l-Arabî öncesi zaten ciddiye alınır bir fiziksel hikmet içermez. İbnü’l-Arabî ve sonrakiler ise felsefî açıklamaları kullanırlar. Bu açıklamaların zamanla onlar için de bağlayıcı hale geldiğini, özellikle filozofların evren tasavvurunu kendi metafizik kabullerinin ayrılması parçası haline getirdikleri söylenebilir.
Fakat bu çözümün birtakım sorunları, daha doğrusu aşması gerekli güçlükler vardır. Her üç geleneğin de ontoloji bahisleri, modern dönemdeki ontoloji tartışmaları dikkate alınarak yeniden inşa edilmesi gerekir. Özellikle modern bilimin alamet-i fârikası olan matematikteki gelişmeler, matematiksel nesnelerin ontolojisine ilişkin teorilerin dikkate alınmasını gerektirmektedir. Unutmamak gerekir ki ontoloji tartışmaları, daima güncel bilimsel açıklamanın bir parçasıdır. Hâkim bilimsel açıklamalarla irtibatı kesilen ontolojiler, açıklama gücünü kaybeder. Bununla birlikte İslam düşünce geleneği böylesi bir yenilenme imkânını barındırmaktadır. Bu imkânın ifşası için nesnenin fiziksel idraki ile metafizik idrakinin farklı olduğuna dair kadim ilkeyi yeniden kazanmak gerekmektedir.
Her ne kadar fizik ve metafizik arasında klasik dönemde sıkı bir ilişki varsa da bu ilişki, karşılıklı dayanma tarzında değildir. Fizik, metafiziğe dayanır, çünkü nefsler ve akıllar, hareket teorisinin bir parçasıdır. Fakat teoloji kısmının fizikle temellendirmesi yapılmaz. Evet, Aristoteles teolojiyi, fizikle temellendirmiş, Tanrı’nın hareket etmeyen hareket ettirici olduğunu ve semavî akılların da aynı şekilde hareket verme işlevi gördüğünü söylemişti. Fakat Yeni Eflâtuncular sudur teorisiyle ilişkiyi tersine çevirerek metafiziğe fiziği temellendirme işlevi yüklediler. İslam dünyasındaki hâkim felsefe kanadı da Yeni Eflâtunculuğun tavrını sürdürmüştür. Bu sebeple İbn Rüşd daha saf bir Aristoculuğa doğru ilerlediği dönemlerinde fizikte Tanrı’nın kanıtlanamayacağını savunan İbn Sînâ’yı eleştirecektir.
Yine Gazzâlî felsefî metafiziğe yönelik eleştirilerinde fizik ile metafizik arasında irtibat bulunmadığını belirtir. Gazzâlî’nin niyeti aslında başkadır. Zira o, fizik ve matematik bilimlerdeki açıklama ve kanıtlama gücünün felsefî metafizikte bulunmadığını göstermeye çalışır. Ona göre insanlar, fizik ve matematik bilimlerdeki başarılarından ötürü filozofların metafizikte de isabetli olduğu zannına kapılmaktadır. Bu sebeple Gazzâlî, metafiziğin bilimsel olmadığını, çünkü bilimsellik vasfını haiz olan fizik ve matematik bilimlere dayanmadığını söyler. Bugünden bakıldığında ise durum oldukça farklı görünmektedir. Çünkü modern bilimler, Newton öncesi fizikten bilimsellik payesini aldı, hatta yirminci yüzyıl fiziği, Newton fiziğini dahi klasik fiziğe dönüştürdü. Matematikteki gelişmeler, eskilerin matematik hikmetini çoğunlukla ortaokul düzeyinde okutulan matematiğe dönüştürdü. Bu bakımdan metafiziğin bilimsel gücünün korunabilmesi için tam da fiziğin bilimsellik vasfını yitirmiş verileriyle ilişkisinin zorunlu olmadığının fark edilmesi gerekir.
Bu durumda klasik İslam düşüncesinin konuştuğumuz bağlamda münhasıran metafizik yönünü dikkate alabiliriz. Metafizik yönüyle ontoloji ve ilahiyat bahislerini kastediyorum. Metafiziğin fizik ve matematik bilimlerle ilişkisini ise ontoloji üzerinden tartışabiliriz. Kuşkusuz bunun ayrıntılı bir uygulamasının yapılması gerekir. Fakat şimdilik şu kadarını söyleyebiliriz: Metafiziğin teoloji veya ilm-i ilâhî bahsi, evren hakkında yeni bilgilerle uyumluluğu rahatlıkla ortaya konabilecek bir içeriğe sahiptir. Kanaatimce kelam geleneği açısından böyle bir uyumun bulunmasında herhangi bir sorun yoktur. Kelam geleneğinin başka alanlarda sorunu çıkacaktır. Evren tarihi özelinde karşımıza çıkacak en çetin sorun, sudur teorisinin kozmolojisinin, metafizik ilkelerin zorunlu sonucu olarak ortaya konulmasıdır. Sudûrcu filozofların “mûcib bizzât” Tanrı tasavvuru, mevcut haliyle ezelî bir âlem fikrini gerektirmekte ve tarih kavrayışını dışlamaktadır. Bu bağlamda sudur teorisinin imkân ve zorunluluk kavramları ile ilahî kudret veya ilk illet arasında kurduğu ilişkinin ayrıntılı bir eleştiriye tabi tutulması gerekir. Çünkü sudur var etme veya yaratmanın ezelî oluşu ile âlemin mevcut düzeninin ezelî oluşu arasında herhangi bir ayrım yapmamaktadır. Bunda dönemin kozmolojisinin etkin olduğu çok açıktır. Vahdet-i vücudcu düşünürler de bu etkiden kendisini kurtaramamıştır. Halbuki sudur teorisi, varlık, zorunluluk, iyilik, illet ve imkâna dair bütün kozmolojik mülahazaları aşabilecek bir tahlil gücüne sahiptir.
Devamı Cins’in 2020 Mayıs sayısında…