Tanrı’nın emrine tereddütsüz itaat eden ve tamamen oğlunu kurban etmeye niyetlenen İbrahim’in aksine, tereddütte kişinin kulak vereceği bir ses yoktur. Kişi sadece bu ya da şu eylem tarzı arasında, şu ya da bu karar arasında değil, aynı zamanda eylem ile eylemsizlik, karar ve kararsızlık arasında da bocalar; kişi seçmek ve seçmemek arasında bir seçim yapmak zorundadır. Bu belirsizlik içinde muhtemelen şu söylenmek zorundadır: Benliğin en büyük zaafı ve en yüksek potansiyeli çatışır.
SÖYLEŞİ: SERDAR BİLİR
CİNS İÇİN ÇEVİREN: MEHMET BAKİ KARAHAN
Münih ve Paris’te Alman dili ve edebiyatı, felsefe ve tarih okuduktan sonra Humboldt ve Princeton üniversitelerinde ders veren edebiyatbilimci Joseph Vogl yapısalcılık sonrası felsefe geleneğinin içinde yer alıyor. Gilles Deleuze ve François Lyotard’ın temel yapıtlarını çevirerek Almancaya kazandıran Vogl’ın çalıştığı ana alanlar edebiyatbilim, tarih, medya ve söylem teorisi. Biz de ünlü Alman filozofla Tereddüt Üzerine adlı kitabından hareketle tereddütün eylemlerimiz, hayatımız ve inançlarımız üzerindeki etkilerini konuştuk.
Tereddüdün bir özü var mıdır? Varsa bu özü; akıl, duygu, tahayyül ya da bunlardan bağımsız olarak sizin eklemek isteyeceğiniz bir şeyle nitelendirebilir miyiz? Eğer tereddüt birden fazla özden oluşuyorsa, bu parçaların içinden hangisi en değişmez olandır?
Tereddüt tek başına bir zihinsel ya da duygusal olgu olmaktan ziyade kararlar ve ayrımlarla çok yakından ilişkili bir teorik figürdür. Tereddüt; kararsızlık, umursamazlık ya da karmaşa gibi ruhsal durumlardan farklıdır çünkü karar verme sürecinin merkezine nüfuz eder. Yani bu; berraklıkta, muallakta ve karar verilemez durumlarda alınan bir karar olarak hiçbir şey tarafından kanalize edilemez, yönetilemez ve yönlendirilemez. Tereddüt hâlinde muhtemel, gerçekleştirilmemiş ve gerçekleşemeyecek bütün olasılıklar bir araya toplanır, bir tür ihtimal darboğazı meydana gelir. Bu hâlde iken belirsizlikten farklı bir şey ortaya çıkar, bunu gerçekleştirilmek için birbirleriyle mücadele eden aşırı kararlılık hâli, güçlerin ve kararların aşırı dinamik çarpışması olarak tanımlayabiliriz. Buradan hareketle tereddüdün özünden ya da o özü oluşturan parçalardan söz edilemez. Tereddüt, gerçekliğin özünü eyleme geçme sürecinde yakalar ve ontolojik kargaşayı ayaklandırır. Başka bir deyişle, tereddütte bir “hiçlik” ihtimali sürüp gider.
TEREDDÜT BİR PASİFLİK DEĞİL, ÜST DÜZEY BİR AKTİFLİK HÂLİDİR
Kitabınızda tereddüdü “eylemin yönünü belirsiz kılan bir eşik” olarak tanımlıyorsunuz. Buradan baktığımızda tereddüdün eylemden önce pasif bir hâle ya da arafta olma durumuna geçiş olduğunu anlıyoruz. Fakat, tereddüt zamandan bağımsız olarak sürekli var olan ve eylemden önce belirginleşen bir durum olamaz mı?
Evet, tereddüdü duyu-motor bantta bir kırılma, algıdan eyleme geçişte bir kesinti, eylemi erteleyen bir sorunsal olarak tanımladım. Fakat bu “arafta olma” anını pasif bir hâl olarak değil, tam aksine üst düzey bir aktiflik hâli olarak tanımlıyorum. Bunu Eshilos’un üçlemesindeki Orestes örneğini kullanarak açıklamaya çalıştım. Orestes annesi Clytemnestra’yı öldürme niyetiyle takip eder, kısa süreliğine durur ve kendi kendine sorar: Ne yapmalıyım? Tam bu sırada, eylemin geçmişteki bütün motivasyonları ve gelecekteki sonuçları uyanır. Orestes’in tereddüdünde, ana katilliği kendi koşulsallığı çerçevesinde ve kendi geçmiş ve gelecek bileşenlerinde belirginleşti ve aktif hâle geldi: Agamemnon kızı Iphigenia’yı kurban etmiş ve kızının annesi Clytemnestra tarafından katledilmişiti. Babası Agamemnon’un intikamını alacak olan Orestes annesini öldürür ve böylece intikam ruhları Erinyeler Orestes’e musallat olur ve acı çektirir. Bu tereddüt anında geçmiş ve gelecek çöker ve bu bütün gelecek eylemlere ve olaylara eşlik edecek bir tür “hayalet eylem” ortaya çıkarır. Böylece bir “ara-zaman” ve eylem dizilerinin ilerlemesi içinde bir aralık açan tereddütte akronik bir yapı öne sürülür. Geçmişe ve geleceğe yöneltilen tüm sorular tereddütte toplanır ve bu noktadan sonra zamanın dışında bir bellek ve önbellek olarak kronolojik ilerlemeye eşlik eder.
TEREDDÜT, RADİKAL KARARLARA VE SUÇLAMALARA KARŞI BİR DİRENÇ GELİŞTİRİR
Tereddüdün gölgesinde gerçekleştirilmiş bir eylem ile tereddüt edilmeden gerçekleştirilmiş bir eylem arasındaki farklar nelerdir? Tereddüt eylemin kalitesini etkiler mi? Tereddütsüz yapılan bir hayır tereddüt ile yapılandan daha mı değerlidir?
Diğerlerinin yanı sıra, beni ilgilendiren şey tereddüdün kültürel-tarihsel yönüydü. Tezim eylem ve çalışma kültürünün çözümlendiği ve yansıtıldığı uzun bir Batı tarihinde tereddüt ve duraksama motiflerinin kendi varlıklarını bu noktalarda özellikle kritik bir şekilde hissettirmesiydi. Tereddüt eylemin ve başarının zorunluluğuna yıkıcı bir gölge gibi eşlik eder. Hareketlerimizin çoğunun neredeyse otomatik bir şekilde ilerlediğini gözlemleyebiliriz. Modern toplumlar, kitle toplumlar ve ilişkileri; böyle rutinler, bu tür otomatikleşmeler ve bilinçli olarak örgütlenmiş bir eylem bağlamı olmadan işlev göremezlerdi. Tereddüdü psikolojik veya öznel bir nicelik olarak değil; bir entelektüel, bir teorik ya da metodolojik bir duruş olarak görüyorum. Bir yandan, bu TINA* prensibi, başka alternatif yok diktası/diktatörlüğü, tarafından zorlamayı reddeden tarihsel bir olasılık algısına bağlı kalmak anlamına gelir. Bu bağlamda tereddüt, bir anlık tepki politikasına, bulduğu her fırsatı kendi gücünü geliştirmek için kullanan bir politikaya, düşmanların ve düşmanlıkların belirlenmesi yoluyla hızlı, isabetli karar verme politikasına karşı alternatif anlamına gelecektir. Tereddüt kişinin politik sezgisini tehlikeye karşı geliştirir, o, her zaman siyasi eylem kapsamını sınırlamaya hizmet eden iç ve dış düşmanların sinsi önerilerine karşı bir güvensizliktir. Öte yandan, tereddüt kişinin muhakeme gücünün sekteye uğramasıyla ilişkilidir. Tereddüt, radikal kararlara ve suçlamalara karşı bir direnç geliştirir; kesin bir yanıltıcılığı, olgular ve varlıklar için kesin bir kararsızlığı saklı tutar. Ve tereddüt belki de bu manada hayırseverlik, hayır ya da merhametle alakalıdır çünkü saydığımız bu eylemler sadece bir kişinin diğer bir kişiye muhakemesiz ve önyargısız yaklaşmasıyla mümkündür.
EĞER BİR OLAY ARZULANAN VE ARZULANMAYAN İKİ BÖLÜMDEN OLUŞUYORSA, BİREY OLAYA KARŞI GEÇİRGEN YA DA AÇIK BİR HÂLE GELİR
Tereddüt hâli aslında bireyin içinde yaşanan bir iktidar savaşına benziyor. Aksiyonun gerçekleşmesini kamçılayan güç ile bunu bloke etmek isteyen güç arasında bir savaş oluyor adeta. Bu savaş bireyi nasıl etkiler? Sizce daha mı güçlü çıkar? Yoksa daha mı zayıf çıkar? Özellikle bir suç işleme öncesi aksiyonu bloke etmek isteyen güç sizce nedir? Yasa mı? Vicdan mı? Tanrı mı? Ya da başka bir kutsal varlık mı?
Doğru. Radikal tereddütte, bir kişi eylemi gerçekleştirebilecekken “Kimin adına?” sorusu aniden ortaya çıkar: bir yasa adına, bir ilke adına, bir büyük iyilik adına, bir tanrı adına? Ve daha derin bir kişiyse tereddüdün yapısında detaya iner, bir başkasıysa birinin adına harekete geçer. Tanrı’nın emrine tereddütsüz itaat eden ve tamamen oğlunu kurban etmeye niyetlenen İbrahim’in aksine, tereddütte kişinin kulak vereceği bir ses yoktur. Kişi sadece bu ya da şu eylem tarzı arasında, şu ya da bu karar arasında değil, aynı zamanda eylem ile eylemsizlik, karar ve kararsızlık arasında da bocalar; kişi seçmek ve seçmemek arasında bir seçim yapmak zorundadır. Bu belirsizlik içinde muhtemelen şu söylenmek zorundadır: Benliğin en büyük zaafı ve en yüksek potansiyeli çatışır. Bir şaşkınlık hâli ortaya çıkar. Arzulanan ve arzulanmayan davranışlar arasında ayırt edilemezlik devam eder. Burada bireye ne olacağına gelirsek: Eğer bir olay arzulanan ve arzulanmayan iki bölümden oluşuyorsa, bireyin olaya karşı geçirgen ya da açık bir hâle geleceğini düşünüyorum. Bir yandan bütün âtıl olasılıklar olayın içinde direnç gösteriyorken; öte yandan, olay birinin başına gelen, yapılması ve sürdürülmesi gereken, burada ve şimdi gerçekleşen şeydir. Bu nedenle, kişinin harekete geçmesini engelleyen ya da harekete geçmesini tetikleyen şey “yasa”, “vicdan” veya “Tanrı” değildir. Bunların yerine, benlik olayın meydana getirdiği etik duruma uyum sağlar: Kişi olaydan ve karardan kaçınamaz, olayı ve onun bütün sonuçlarını ve sonuçlarının sonuçlarını onaylayamaz ve onlardan kaçınamaz.
Şimdi size sormak istediğim soru belki daha önce üzerinde düşünmediğiniz ya da ilgilenmediğiniz bir mesele ile ilgili. Çünkü bu soruda size İslam dinine ait bir dünya görüşüne (weltanschauung) dair fikrinizi sormak istiyorum. İslam dini, insanlara kendi sonları hakkında umut (recâ) ve korku (havf) arasında kalmalarını öğütler. Bu konuda İslam’ın ikinci halifesi Hz.Ömer şöyle der: Denilse ki tek kişi Cennet’e girecek; ben olduğumu ümit ederim, denilse ki tek kişi cehenneme girecek; ben olmaktan korkarım” Burada görüyoruz ki İslam dini tereddüt hâlini, kişinin kendinden emin olamama hâli olarak yaşam boyu insanlara tavsiye ediyor. Böyle bir öğreti(tavsiye) hakkında hem seküler hem de manevi anlamda ne söylemek istersiniz?
Eğer Ömer’in öğretisini doğru anladıysam, cennette veya cehennemde bir tek yer olması olasılığı, inananların umut ve korku arasında tereddüt etmesine neden olur. İnananlar her adımda kurtuluşa ya da azaba çatallanan patikalarla karşılaştıkları bir yolda ilerliyorlar. Tanrı’nın kendilerine cennette ya da cehennemde bir yer ayırdığını bildiklerinden, inananlar tereddüt edebilseler de inançları tereddüt etmez. Peki ya (bu noktadan sonrası tamamen teolojinin dışında bir düşüncedir) inanan kendisine ne cennette ne de cehennemde bir yer tayin edilmesinden ne umut ne de korku duyacak cesarette olsa ve bu denli büyük bir inanca sahip olsaydı? Eğer inanan, inancında bile, kendisini çok küçük ve Tanrı’yı çok büyük görseydi, kendisi için ölümden sonra bir yer ayrıldığına inanamazdı. O zaman, inanan kurtuluş umudu ile azap korkusu arasında bocalamak yerine bunun kendisini ilgilendirip ilgilendirmediği sorusuyla tereddüt ederdi. Onun inancı herhangi bir inanandan daha derin olurdu. Yine de tereddüdü tamamen dünyevi olurdu: Birinin cennete ya da cehenneme gideceğini düşünmekle meşgul olması mümkün mü?
Franz Kafka bir keresinde İncil’deki İbrahim’in pozisyonunu benzer bir şekilde tartıştı: Son derece dindar ve oğlunu bir anda kurban etmeye hazır olan ancak alçakgönüllü ve bunu yapması kastedildiğine inanamayan bir İbrahim. Kafka şöyle yazıyor: “O hakiki imandan yoksun değil, sadece kastedildiğine inanabilseydi, düzgün bir şekilde kurban vereceği inancına sahiptir. O, İbrahim olarak oğluyla sağ salim kurtulabileceğinden fakat yolda Don Kişot’a dönüşeceğinden korkar.”. Hatta daha beteri: “Bu, yıl sonunda en iyi öğrenciye resmi bir şekilde verilecek olan bir ödül için yanlış anlayan en kötü öğrencinin umulmadık bir sessizlikte en arka sıradan kalkıp öne doğru hamle yapınca bütün sınıfın kahkahayı basması gibidir.”. Cennet ve cehennemden gözünü tevazuusuz alıp tamamen dünyevi eylemlere odaklanabilecek büyük bir inanç olabilir mi?
*TINA: There is no alternative