Bu hilye levhasını diğerlerinden ayıran en bâriz fark da, san’at tarihimizde “Mühr-i Süleyman” veya “Davud Yıldızı” adıyla anılan altıgen şeklin burada esas biçimi oluşturmasıdır. Bulunduğu yere şeytanın giremediğine inanıldığı cihetle, Mühr-i Süleyman’ın İslâm tezyînatında kullanıldığı sıkça görülür. Devlet fikri ve hükümet etme yetkisi ilk olarak Hz. Süleyman Peygamber’de kemâl bulduğundan, bunu sağlayan nübüvvet mührü de aynı gücün temsilcisi sayılmıştır. Dolayısiyle Mühr-i Süleyman, devlet ve hükümranlık işâretidir.
M. UĞUR DERMAN
Hüsn-i hat meraklısı okurlarımıza, şimdiye kadar meydana çıkmamış bir Hilye-i Nebevî ’yi tanıtmak istiyorum.Hilye levhalarının mûcidi kabul edilen Hâfız Osman’dan (1642-1698) bu yana yüzlerce hilye yazılmıştır amma (R.1), bunlar arasında Mustafa Râkım (1758-1826) isimli hat dehâmızın sadece bir hilyesi bilinmekte idi. Şimdi de ikincisiyle müşerref olacaksınız. Bahsimizle ilgili ayrıntıya girmezden önce, hilye levhaları için kısa bir açıklama gerekiyor: İslâm Peygamberi’nin beşerî ve ahlâkî vasıflarını -Hz. Ali’nin (ö.661) rivâyetiyle- levha hâline getiren Hâfız Osman’dan bu yana, farklı biçimde birçok hilye levhası yazılmış, bunların bulunduğu yere uğur ve bereket getireceğine inanılmıştır. Aslı Arapça olan hilye metninin Türkçesi şöyledir:
“Hz. Ali (r.a.) Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) vasıflarını şöyle anlattı: Hz. Peygamber ne çok uzun, ne de çok kısa idi. Kavminin orta boylusuydu. Saçları ne kıvırcık, ne de düz uzun idi; dalgalıydı. Yüzü ne aşırı dolgun, ne de yuvarlak idi. Hafif değirmi bir çehresi vardı. Pembe beyaz tenli, iri siyah gözlü ve uzun kirpikliydi. Mafsalları iri ve omuzları geniş idi. Gövdesi kılsızdı ve tüy olarak göğsünden göbeğine kadar inen ince bir hat vardı. El ve ayak parmakları kalınca idi. Yürüdüğü zaman hafif yokuş iner gibi rahat, vakur ve kuvvetli adımlarla ilerlerdi. Birine baktığında, ona bütün vücuduyla yönelirdi. İki omuzu arasında nübüvvet mührü vardı ve kendisi peygamberlerin sonuncusuydu. İnsanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu ve en arkadaş canlısıydı. Onu ansızın görenler heybetine kapılır, fakat şahsıyla yakınlık kuranlarda bu hâl, sevgiye dönüşürdü. Kendilerini vasf eden kimse ‘ondan önce de, ondan sonra da bir benzerini görmedim’ derdi. Allâh’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun”.
Hâfız Osman tarzındaki hilyenin muhtelif kısımları şema üzerinde şöyle gösterilebilir:
Bütün eserlerinde dikkate değer hususiyetlerine şâhid olduğumuz Mustafa Râkım’ın Eyüp Sultan’daki Mihr-şâh Türbesi için hazırladığı ve hâlen Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde muhafaza edilen (nu.2732) hilye şaheserini yıllardır hayranlıkla temâşâ ederdik.
Ben sizlere Mustafa Râkım Efendi’yi birkaç cümleyle nasıl anlatabilirim? diye düşünürken şu cümleler zuhûr etti: Ünye’de doğup İstanbul’daki hattat ağabeyi İsmail Zühdî’nin (ö.1806) himmetiyle yetişti. Hâfız Osman sülüsleri de kendisine rehber oldu; dehâsı sâyesinde celî sülüs hattını ve Padişah tuğralarını öyle bir mertebeye çıkardı ki, hayranlığımız hâlâ sürüp gidiyor.
Otuz beş yıl evvel, koleksiyon sahibi dostum Cenap Yazansoy’un (1914-2014) Haydarpaşa’daki evine ziyâret için gittiğimde, beni hayretlere gark eden ve o âna kadar karşılaşmadığım bir Râkım hilyesi göstermiş, bunun emâneten kendisinde bulunduğunu söylemişti. Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’ndeki bilinen hilyenin evsâfını taşımamakla beraber, ortaya yeni çıkan bu ikinci hilyenin benzerine de rastlamamıştık.
O gün, yanımda fotoğraf makinesi olmadığı için bu şâheserin tesbîti cihetine gidememiştim. Aradan kısa bir müddet geçip de, bu maksadla kapısını tekrar aşındırdığım merhum Cenap Bey, bahse konu hilyenin meraklı bir hanımefendiye intikal ettiğini, bir daha istenmesinin de mümkün olmadığını söyledi. Nasibsizliğime yanarak bu bahsin üzerine sünger çektim.
Devamı Cins’in 2020 Temmuz sayısında…