Rıdvan Tulum, Erol Göka Hocayla uzun soluklu bir konuşmaya girişti. Üstelik bunu Whatsapp’tan yaptı. Bir dizeden yola çıkarak ama mutlaka tam da bugün içinden geçtiğimiz, geçerken yaralandığımız, bitince yaralarımızı sakladığımız bu günlerin bizi kuşatan kavramlarını konuşmak üzere. İlk durağımız “üzgünlük”. İlk soru da Ahmet Murat’tan: Niçin hep üzgünüm’ü aramış Ayşe Google’da?
Sohbet: Rıdvan Tulum-Erol Göka
Şüphesiz, bizi üzüntüden kurtaracak yegâne his merhamet ve onunla biçimlenecek adalettir. Üzülen insan, diğerlerine “halimden anla ve bana ona göre davran” demektedir. Adalet dediğimiz şey enikonu hak edildiği biçimde davranılması, her şeyin yerli yerine konulması değil midir?
Erol hocam merhaba, bir sohbet dizisi mi demeliyiz buna bilmiyorum ama. İşe “Neden üzülürüz”ü konuşmak için başladık. Bu başlığı kararlaştırdığımızda aklıma ilk Ahmet Murat’ın “niçin hep üzgünüm’ü aramış ayşe Google’da” dizesi geldi. Ayşe niçin hep üzgünümü arıyor Google’da?
Bu sorunun cevabını yaratıldığı yerden, hakiki yurdumuzdan yeryüzüne gönderilme zamanımıza kadar geri götürülebiliriz. Buraların yabancısıyız, o yüzdendir hep özleme halinde oluşumuz denilebilir. Ama seni o kadar yormayayım. İnsan Varoluşsal bakımdan hüzne ve suçluluk duygusuna yatkındır kardeş, anlatmaya çalışayım.
İnsan doğumuyla birlikte bilir yani hüznü…
Cevval sosyologlar, toplumların sürekli değişime açık olduklarını ifade edebilmek için “olumsallık” (contingency) diye bir halden bahsederler. (Bakınız Richard Rorty: “Olumsallık, İroni, Dayanışma”… )Bu mütemadiyen değişime karşı ironik bir tutum almayı ve dayanışmayı önerirler.Zira elimizden gelen fazlaca bir şey olmadığını düşünürler ve fanatizmin bu durumda en saçma düşünme biçimi ve tutum olduğunu anlarlar.Haklılar ama bir hususu atlamamak şartıyla. Asıl olumsal olan insanın varoluşudur. Önümüzde her an yeni imkânlar ve namütenahi tercihler serili durur.
Ama gel gör ki, önümüzdeki imkânlar okyanusundan ancak bir tanesini seçebiliriz ve yola o seçimimizle devam etmek zorundayız. Bizi hüzünlendiren, yetmezse pişmanlık ve suçluluk duygusuna gark eden işte o önümüzde duran ama seçmediğimiz tercihlerdir. Düşünsene sınavdasın ve şıklar arasında zorlanıyorsun ve birini işaretliyorsun.
Düşünsene dediğime bakma, basbayağı sınavdayız işte. Ve her an bir şeyleri tercih edip duruyoruz. Ya yanlışsa tercihimiz! Anlatabildim mi dostum?
Eyvallah Erol hocam. Burası bir sınav. Ama bana öyle geliyor ki her 5-10 yılda bir -belki kuşaklar diyebiliriz buna-. Kendi üzülme biçimlerini oluşturuyorlar. Ve ben iki tip insanın beklentisinin adalet olduğunu düşünüyorum. Üzülen ve unutulan insan adalet bekler. 2000’lerden sonra bilhassa üzülme biçimlerini ve bunun hayattan beklenen adaletle olan ilişkisini nasıl görmeliyiz? Üzülen hâlâ adalet istiyor mu?
Şüphesiz, bizi üzüntüden kurtaracak yegâne his merhamet ve onunla biçimlenecek adalettir. Üzülen insan, diğerlerine “halimden anla ve bana ona göre davran” demektedir. Adalet dediğimiz şey enikonu hak edildiği biçimde davranılması, her şeyin yerli yerine konulması değil midir? Bu da ancak kalbimizden gelen merhametin yönlendirmesiyle mümkün olabilir.
Bizi, üzüntümüzü anlayanlar çıktığında, hak yerini bulduğunda kendimizi avutma şansına da kavuşuruz, üzüntümüz yatışır.
Unutulan insan… Of of çok zor bahis o. Kimleri ve neleri unutmuyoruz ki… Kimler tarafından unutulmuyoruz ki… Ve biliyoruz, hatırlamadıklarımız bizim değildir. Hatırlanmak isteriz, unutulmanın şifası, adaleti vefadır.
Hatırlamadıklarımızın oluşturduğu bir sınır… Nedense kafamda böyle bir şey belirdi.
Belki. Öyle de diyebiliriz. Yine de şöyle bitirelim o söylemek lazım: “Şu kanlı zalimin ettiği işler / Garip bülbül gibi zar eyler beni / Yağmur gibi yağar başıma taşlar / Dostun bir fiskesi yaralar beni…”
Modern insanın üzüntüsü… Kafamı çok kurcalıyor bu. Biçim olarak ve anlayış olarak… Modern insanın üzüntüsünde Enes Kılıç’ın dizelerini referans alırsam “gücümün yetmeyişini açıkça söylüyorum” yok sanki. Gücümün yetmeyişini gizlemekten gelen bir üzülme hali var sanki günümüzde. Dostun bir fiskesinin bizi yaraladığını artık çok kapalı, hatta kendi içimizde söylüyoruz. Neden artık gücünün yetmeyişini açık açık söylemekten imtina ediyor insanların çoğu. Bunun sanırım bir yanıyla kapitalist düzen ile de ilgisi var…
Kesinlikle, kendimizi, ruhumuzu, her şeyimizi yarışın içine sokan, bizi devamlı en güçlü olmaya ve kazanmaya zorlayan düzenin marifeti bu hal. Yahu fani olan, tam ve eksiksiz olabilir mi?
Ölecek olanın erdemli olmakta, iyilikte yarışmak dışında kıyasıya rekabet edeceği bir yarış olabilir mi?
Kapitalizmin mükemmelliyetçilik zincirinden kurtulsak, eksik, hatalı ve fani varlıklar olduğumuz bilinciyle hareket etsek, birbirimizi sadece merhametle kucaklayabilir, insan olmanın tadını yaşayabiliriz.
Var olmak neşeli bir şey…
Yine de üzüntünün “beğendim” yani “dijital amin” diyebileceğimiz yerde sürdürülebilirliği yok gibi geliyor bana. Üzülmek; belki de “like” kültürünün oluşturduğu sınıra en uzak insanı eylem, duygu. Yine de bu duygunun o sınıra girmesi için denemelerimiz sürüyor (Gülüyor).
Âlemsin ya… Tek ekleyeceğim nokta şu. Sen gençsin ve kendi nesline karşı sertsin biraz. Bense bu nesilden çok umutluyum, “like”cıları da seviyor, onlara güveniyorum.
İşte aradığım cevap. Aradığım cevabı aldığıma göre Ahmet Murat dizesiyle başlayıp Ahmet Murat dizesiyle bitirelim. Aslında neden üzülürüz sorusunun gelip dayandığı kapı da burası: “İnsanda teselli var mı insana” Erol Hocam?
Var elbette ve bana sorarsan tek teselli kaynağımız, teknoloji hatta tabiat ve insan harici canlılar değil diğer insanlardır. Başkaları, Batılıların sandıkları gibi cehennem değil, cennetimizdir, ahiretliğimizdir.