Bir toplumun sahip olduğu erdemler eski dönemlerden beri uygulanagelen gelenek ve görenekleriyle doğrudan ilişkilidir. Gelenekler birlikte yaşamayı sağlayan, geçmişte edinilen tecrübelerin sözlü ve bazen de yazılı şekilde sonraki nesillere aktarılmasıyla oluşur. İnsanların gündelik hayatlarının, yaşam standartlarının, ikili ilişkilerinin ve devlet yönetim tarzının şekillenmesinde geleneklerin büyük payı vardır.
HAŞİM ŞAHİN
1943 senesinde yazdığı “Töreye Bağlılık” başlığını taşıyan yazısında: “Türk’ün büyük faziletlerinden biri de töreye bağlılığıdır. Dünya değişebilir. Fakat yasa değişmez” diyerek, gelenek ve göreneklerimizin daha kapsamlı bir ifadeyle törenin hayatımızda ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu ve bunun hiçbir zaman da değişmeyeceğini ifade etmişti Macide Ataman. Söz konusu yazıda ana hatlarıyla törenin ne anlama geldiğini ve bozulması hâlinde toplumun nelerle karşılaşabileceğini de Osmanlı Devleti ile örnekliyor: “Osmanlı hanedanında töre de kurultay da unutuldu. Hanedan tarihi bir kan deryası hâlini aldı. Orada katil babalar, babalarını öldürmüş oğullar, kardeşlerini öldürtmeyi bir kanun borcu bilen padişahlar görünüyor.” diyerek biraz da abartılı bir şekilde Osmanlı Devleti’ndeki merkezileşme çabalarını törenin bozulmasıyla ilişkilendiriyordu. Aslında Ataman yazısının Osmanlılar bölümünde ciddi bir yanılgı içerisindeydi. Osmanlılar da diğer Türk devletleri gibi töreye önem vermişlerdi ve bunu örfi kanun hâlinde iktidar; gelenek ve göreneklerin güçlü bir biçimde yansıtılması şeklinde de halk nezdinde yaşatmışlardı.
Peki töre dediğimiz şey neydi? Kadim zamanlardan beri Türk toplumu için ne ifade ediyordu? Hukuki bir boyutu var mıydı? Töreyi terk etmek ve geleneklerden kopmak geçmişte devletleri ve toplumları felakete mi sürüklemişti?
Bu sorulara cevap verebilmek için hem içinde yaşadığımız toplumun hâlen büyük bir kesiminde hâkim olan geleneksel yaşam biçimine, pek çok insanın hurafe olarak gördüğü bazı uygulamalara, düğün ve cenaze törenlerine, bayram şenliklerine, köy yaşantısına, hıdrellez etkinliklerine, köy hayırlarına, dedelerimizin veya ninelerimizin bize verdiği öğütlere, Anadolu köylerindeki yağmur duası ve türbe ziyareti ritüellerine, Türk âdâb-ı muaşeretine kısaca bir bakmak yeterli olacaktır. Bu uygulamaların hepsi yüzyıllar boyunca gündelik hayatın içerisinde yaşanan gerçekliklerdi.
Bir toplumun sahip olduğu erdemler eski dönemlerden beri uygulanagelen gelenek ve görenekleriyle doğrudan ilişkilidir. Gelenekler birlikte yaşamayı sağlayan, geçmişte edinilen tecrübelerin sözlü ve bazen de yazılı şekilde sonraki nesillere aktarılmasıyla oluşur. İnsanların gündelik hayatlarının, yaşam standartlarının, ikili ilişkilerinin ve devlet yönetim tarzının şekillenmesinde geleneklerin büyük payı vardır. Gelenek kelimesi sözlükte: “Bir toplumda, toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup, kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre, davranışlar ve an’aneler” şeklinde tanımlanmıştır. “Akıl ve ruh sağlığına sahip kişilerin makul buldukları ve öteden beri ruhlara yerleşmiş hâl ve tavırlar” geleneğin bir diğer tanımıdır. Bu yönüyle bakıldığında geleneğe çok daha geniş bir muhteva yüklendiği, kültürel birikimin, yaşam tarzının, alışkanlıkların, edinilen tecrübi bilginin hatta kişi davranışlarının dahi geleneğin içerisine dâhil edildiği görülmektedir. Dolayısıyla içinde yaşadığımız toplumun, hayat tarzımızın ve alışkanlıklarımızın da bir nevi kültürel miras olduğunu söyleyebiliriz.
Gelenekler çok eski devirlerden itibaren bütün sosyal alanları kapsayan bir tür ahlâk, hukuk ve dinin de dâhil olduğu kurallar bütünü olarak kabul edilmektedir. Toplumu ve yöneticileri belirli bir nizam içerisine sokması, toplumun çekirdeğini oluşturan ailenin ve bireyin yaşam tarzının derinliklerine kadar nüfuz etmesi toplum nizamı açısından faydalı kabul edilmiştir.
Yukarıda verilen tanımda da görüldüğü üzere geleneğin asli unsurlarından birisi de töredir. Töreyi, kadim zamanlardan beri, bilhassa Türk toplulukları ve devletlerinde yürürlükte olan, nesilden nesile şifahi olarak aktarılan kurallar bütünü ve yaşam tarzı olarak tanımlamak mümkündür. Töre, gelenek, görenek, tarih boyunca Türk toplulukları içerisinde kanun anlamında öngdi, tokulug, törüg, yosun, yasa kavramlarıyla da ifade edilmekteydi. Töre de geleneğin bir parçası olarak Türk toplumunu var eden temel değerler sistemiydi.
Kuşaktan kuşağa şifahi ve uygulamalı olarak aktarılan yaşam biçimi, halk, kağan ve kurultay olmak üzere üç kaynağı tanımlamaktaydı. Bu üç unsur her ne kadar hanın yönetimi altında olsalar da biri olmadan diğerinin hayat bulması imkânsızdır. Bununla birlikte han/hakan/kağan bu sistemin en üst temsil noktasıydı. Kağan devlet ile eşdeğer kabul edilirdi. Onun uygulamaları, yaşamı, emir ve yasakları töre yani kanundu. Kağan törenin/yasanın teminatıydı. Bu nedenle onun yönetme erkini Tanrı’dan aldığına inanılırdı. Onun sülalesi kutsal kabul edilir, kanı akıtılmaz, emirlerine karşı gelinmezdi. Bu kudret ve yetkisine rağmen, yasalara, törelere, örf ve geleneklere uygun bir şekilde yaşamak ilk önce kağanın/hakanın uyması gereken bir görevdi. Kağanın töreye uymasının gerekliliğini Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig’de: “Beyler örf ve kanuna nasıl riayet ederse, halk da aynı şekilde örf ve kanuna riayet eder”cümleleriyle ifade etmiş; halkın bu kurallara ve yaşam biçimine uymasının kağanın uymasıyla mümkün olacağına vurgu yapmıştı. Kağanın yaşayışıyla halkına örnek olması, halkın da kağana itaat etmesi ve onun sözünden ve yolundan dışarı çıkmaması beklenirdi. Töreye uyulmaması ve kağana itaat edilmemesi ise devletin ve milletin felaketi ve yıkımı olarak kabul edilmekteydi.
Kağanın töreye verdiği önem ve törenin Türk toplumu için ifade ettiği anlam Orhun Abideleri’nde açıkça ifade edilmiştir. Bilge Kağan Yazıtı’nda geçen: “Türk, Oğuz beyleri, milleti, işitin! Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini töreni kim bozabilecekti? Türk milleti vaz geç, pişman ol! Disiplinsizliğinden dolayı, beslemiş olan bilgili kağanınla, hür ve müstakil iyi iline karşı kendin hata ettin, kötü hâle soktun.” şeklindeki uyarı bu bakımdan oldukça dikkat çekicidir.
Halkın beylere uyması ve itaati ile ilgili olarak Kutadgu Bilig’deki “Bu beylik işini hep beyler bilir; kanun ve nizam, örf ve âdet onlardan gelir” sözü oldukça dikkat çekicidir. Bu açıdan bakıldığında törenin sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir rolü olduğu da ortadadır. Toplumu ilgilendiren bu kurallar bütünü sadece kağana değil her bireye de ayrıca sorumluluk yüklemekteydi.
Töreyi değiştirmek, diğer bir deyişle ilave yapma yetkisi kağana aitti. Kağan, töre ile ilgili bir değişiklik yapacağı zaman kurultaya danışırdı. Yeni kağan seçildiği zaman kurultayda töre de gözden geçirilir, yeni ilaveler yapılması gerekiyorsa bu planlanır ve uygulamaya konurdu. Bulgar Türklerinin hükümdarı Kurum Han, devletin başına geçtiğinde kurultayın da onayını alarak töreye bazı ilaveler yapmış, bu yenilikleri de kendisi bizzat uygulayarak kanun hâline getirmişti. Bütün bu uygulamalar yukarıda da ifade edildiği üzere, hükümdarın Tanrı tarafından “kut” verilmek suretiyle yönetme yetkisine sahip olduğuna dair inancın bir neticesiydi. Tahta geçen hükümdarın Tanrı tarafından seçildiğine ve ona Tanrı adına yönetme hakkı verildiğine inanılması kutsal hanedan imgesinin doğmasını da sağlamıştı. Gerek Hunlarda gerek Göktürklerde hanedan soyu kutsal kabul edilir, devleti yönetme hakkının hükümdar ve ailesine ait olduğuna inanılırdı.
Türklerin din değiştirmeleri yaşam tarzlarında ciddi eleştirilere neden olacak şekilde bir değişim ve geleneksel hayattan bir kopuş olarak eleştirilse de yönetim anlamında ciddi bir değişme olmadı ve hanedanın kutsallığı anlayışı gerek Budizm ve Maniheizm gerekse İslamiyet’in kabulünden sonra da devam etti. Kutadgu Bilig’de yer alan: “Tanrı kime beylik işini verirse ona işi ile mütenasip akıl ve gönül de verir” sözü bu anlayışın Karahanlı Dönemi’nde de devam ettiğini açıkça göstermektedir. Hanedanın ve yönetme yetkisinin kutsallığı anlayışı Selçuklular ve Osmanlılar döneminde de devam etti. Bu dönemde de Türkler tıpkı İslamiyet öncesinde olduğu gibi dünyayı yönetme yetkisinin kendilerine verildiğine inanıyorlardı. Abbasi Halifesi el-Kâim Biemrillah’ın Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’e “Sultânü’l-mağrib ve’l-meşrık” yani “Doğu’nun ve Batı’nın hükümdarı” unvanını vermesi, kadim dünyanın doğu ve batı olmak üzere iki parçadan meydana geldiği düşünülürse, dünyevi iktidarı “Allah’ın halifesi” sıfatıyla ona verdiği anlamına geliyordu. Yönetme yetkisinin tanrısallığı sadece Türk toplumuna has bir durum değildi. Roma İmparatorluğu ve Emeviler de benzer bir anlayışa sahiplerdi. Muaviye’nin, kendisinden önceki halifelerin kullandığı “Emirü’l-Mü’minin” yahut “Halifetü Resulullah” unvanını bırakıp “Halifetullah” unvanını kullanması bu kut anlayışının artık İslam devletlerinde de benimsendiğinin göstergesiydi. Bu aynı zamanda olası itirazlara ve isyanlara karşı hanedanı muhafaza etmenin ve ona kutsiyet yüklemenin de meşrulaştırma aracıydı. Selçuklularda ve Osmanlılarda da hanedan kanının dökülmesinin yasaklanması ve uğursuz kabul edilmesi geçmişten beri gelen törenin ve kut anlayışının bir neticesiydi. Fatih başta olmak üzere bazı Osmanlı padişahlarının “Zıllullâhi fi’l-arz” yani “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” unvanını kullanmaları da bu hâkimiyet anlayışının bir tezahürüydü. Yıldırım Bayezid’in ölümünden sonra başlayan Fetret Devri sırasında, Musa Çelebi’nin rakibi olan kardeşi İsa Çelebi’yi öldürerek kendisine yardım eden bir köyü “Hanedanın kanını dökmenin uğursuzluk getirdiği ve yasak olduğu” gerekçesiyle yaktırması da aynı şekilde hanedanın kutsal kabul edilmesi anlayışının bir neticesiydi.
Hükümdarın kanun koyma yetkisi İslamiyet sonrası dönemde de devam etti. İslamiyet sonrası şerî hukuk daha ön plana çıkmakla birlikte, Osmanlı hukukunun temelini oluşturan dört kısımdan birisi törenin İslamileşmiş versiyonu olan örften başka bir şey değildi. Şerî hukukun temas etmediği durumlarda padişahın kanun koyma yetkisini vardı.
İslamiyet öncesi dönemden beri halkın geleneklerine, örfe ve töreye sahip çıktığını söylemek mümkündür. Bu durum bir nevi muhafazakârlığı da beraberinde getirmiştir. Halk nezdinde hükümdardan sonra törenin en önemli temsilcileri ağsakal olarak bilinen yaşlı ve tecrübeli insanlar ile din adamlarıydı. Ağsakallar bilge olarak kabul edilir, sözleri itibar görürdü. Onlar töreyi çok iyi bildikleri için toplum nezdinde büyük saygı görürlerdi. Din değiştirmek bu bilge kişileri farklı formlarda halk arasında etkin kılmaya devam etti. Eski dönemde sözlerine itibar edilen, Tanrı ile kullar arasında aracı kabul edilen şamanların yerini bilhassa konargöçer yaşam süren topluluklar arasında “baba, dede, ata” gibi unvanlar taşıyan Türkmen sûfîleri aldı. Bu durum idari anlamdaki törenin İslami dönemde devam ettiği gibi, halk inançlarının da güçlü bir şekilde varlığını sürdürdüğünü göstermektedir. Aynı şekilde yüksek dağlara ve ağaçlara kutsallık atfetme, ataların mezarlarına saygı duyma, ölünün ruhu için kurban kesme, ölen kişinin ardından yas tutma, ölenin ruhu için yemek dağıtma, ağaçlara çaput bağlama, gibi kökenleri eski dönemdeki örf ve geleneklere dayanan uygulamalar da yeni dinin içerisinde varlığını sürdürdü. Bugün Anadolu’nun bazı köylerinde mezarlar için adak kesilmesi, mezarların başındaki ağaçlara bez ve çaput bağlanması, cenazenin ardından ağıt yakılıp yas tutulması bu törenlerin günümüze yansıyan uzantılarından başka bir şey değildir. Yine, İslamiyet sonrası dönemde bazı hadiselerde şerî hukuktan ziyade halk arasında eskiden beri benimsenen uygulamalar devam ettirilmişti. Mesela, İslam hukukunda kocası ölen bir kadın serbest kalma hakkına sahip olduğu hâlde, Türk töresi gereği ölen kişinin karısının kardeşlerinden birisiyle evlendirilmesi uygulaması uzun süre devam etti. Çağrı ve Tuğrul Beylerin babaları öldüğünde anneleri küçük amcaları olan Yusuf Yinal ile; Çağrı Bey öldüğünde de onun dul kalan karısı Tuğrul Bey ile evlenmişti. Bu durum Müslüman olduktan sonra şerî kurallara karşı çıkıldığı şeklinde de yorumlanmamalıdır. Aksine, örf Selçuklulardan itibaren İslam hukukunun bir parçası kabul edilmiştir. “Şeriat akan bir pınar, töre ise onun yanında biten ottur” şeklindeki bir Kazak atasözü bu birlikteliğin somut bir yansıması olarak görülebilir.
Bununla birlikte yeni dinin kabulünü örften kopuş ve uğursuzluk olarak gören hatırı sayılır bir kesim de vardı. Mesela İlhanlı hükümdarı Olcaytu Han Müslüman olduğunda, hizmetinde bulunan emirler ona: “İslamiyet’i kabul edince işlerimiz tersine döndü; eski dinimiz daha sağlam ve sevimli idi”diyerek tepki göstermişlerdi. Benzer bir durum daha önceki dönemde Uygurların Budizm ve Maniheizm’i kabul ederek geleneksel yaşam tarzlarını değiştirdikleri yönünde bir eleştirinin de zeminini oluşturmuştu. Uygurların yıkılışı pek çok tarihçi tarafından geleneksel Türk yaşam tarzını değiştirmeleriyle ilişkilendirilmiştir. Göktürklerde de töreyi terk etmek Çin’e esir olmanın başlıca sebebi olarak görülmüştür. Çünkü törenin bozulması nizamın bozulması ve devletin dirlik ve düzeninin hatta bizzat kendisinin yok olması demektir. Bu durum Bilge Kağan’ın yazıtında şu sözlerle ifade edilir: “Türk milleti, tokluğun kıymetini bilmezsin. Açlık, tokluk düşünmezsin. Öyle olduğun için, beslemiş olan kağanının sözünü almadan her yere gittin. Hep orda mahvoldun, yok edildin. Orda, geri kalanında her yere, hep zayıflayarak, ölerek yürüyordun. Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum için, kağan oturdum. Kağan oturup, aç, fakir milleti hep toplattım. Fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım”. Burada ayrıca kağanın Tanrı buyruğu ile tahta çıktığı yani kut sahibi olduğuna vurgu yapılması da gözden kaçırılmamalıdır.
Devamı Cins’in 2020 Ekim sayısında…