Anlı şanlı şairlerimizin iktisat görüşüyle ilgili, sınıfsal veya iktisadi itirazlarıyla ilgili bir fikrimiz var mı peki? Yok. Çünkü anlamıyorlar. Para vakıflarıyla biz hangi gömleği üzerimizden çıkardık, Kırım Savaşı’yla birlikte hangi faiz sarmalına girdik, Düyun-i Umumiye nedir, Osmanlı Bankası terkibindeki Osmanlılar hangi Osmanlılardı, 1971 senesinde altın karşılığından da ipten kazıktan da kurtulan Amerikan parasının kısa süreliğine ilan edilen geçici karşılıksızlık prensibi ne ara kalıcı hâle geldi? Böyle soruları var mı şairlerin?
SÖYLEŞİ: RIDVAN TULUM
Eren Safi ile Tanzimat’tan bu yana ne oldu? Batılaşma sürecinde şairler bu sınavı nasıl verdiler ve vermeye devam ediyorlar? Türk şiiri kapitalizme hazırlıksız mı yakalandı, bir “Türk Felsefesi yoktur ama Türk Edebiyatı vardır” sözü geçerliliğini bugün de koruyor mu vb. sorular etrafında bir söyleşi gerçekleştirdik.
Konu Türkiye olunca o senin de çok sevdiğin soruyu sorsak; Ne olacak bu memleketin hâli? Tanzimat’ı milat kabul ederek başlarsak. Tanzimat’tan bu yana pek çok şey oldu. Alkışlar ve gözyaşları. Herkes bir çözüm aradı, hikâyenin bir tarafından tutmaya çalıştı. Bütün bu hikâyenin içinde Türk şiiri ne yaptı? Ne yapmalıydı?
Yüz seksen yıldan fazla geçmiş Tanzimat’ın üzerinden. Öncesi de var tabii ama kabul, evet, Tanzimat Türk modernleşmesinde çok mühim bir milat. Neyin miladı peki? Hangi açıdan ve hangi merceklerle baktığınıza göre değişir. Hain işbirlikçilerin masonlar ve gayrimüslimlerle bir olup Memalik-i Mahruse’yi talan etmesidir de diyebilirsiniz, birazcık anakronizmin kimseye bir zararı olmaz derseniz, reel politik de. Sanayileşemeyen ve kapitalist yeni dünya karşısında sayılı günü kaldığını bilen Osmanlı Devleti’nin süreyi biraz olsun ömrünü uzatabilmek için kemoterapiye razı olması olarak da okuyabilirsiniz, ötenazi olarak da. Ben nasıl bakıyorum peki? Ben bakmadığımızı düşünüyorum. Bakmaya, akışımızın işe yaramasına karar versek, kendimizle ilgili, ne yaptığımızla ilgili, hayatın, tarihin neresinde ne aradığımızla ilgili bir fikrimiz olsun desek dünü anlamamız kolay. Bence zor olan bugün ne oluyor, bugün ne yapıyoruz diye sorabilmek. Uzatmadan tam olarak Tanzimat’tan ne anladığımı söyleyeyim. Son zamanların popüler bir sorusu var ya hani “Neymiş bu yapısal reformlar?” diye. Hah. İşte o yapısal reformların cedd-i ekberidir Tanzimat. Şiir mi ne yaptı? Ne yapacak? Kıyafetleri takip et şiiri de anlarsın. Bir farkla. Giderek geriden takip etmeye başladık Batı’yı. Bugün bile şiirde seksenlerin salak bol pantolonlarını, abartılı saçlarını, walkmanlerini görebilirsin. Hayır, bari İspanyol paça filan giy, değil mi? Ha bi’ dakika. Kim hangi hikâyenin bir tarafını tutmuş Allah aşkına? Türkçe çok büyük ve sanatlı bir dil. Müthiş bir dil Türkçe. Türkçenin büyüklüğü karşısında şairlerin uzun Batılılaşma sınavında cüce kaldığını düşünüyorum. Birkaç istisna ve küçük sürprizler hariç. Hepsi o.
“Bir Türk felsefesi yoktur fakat bir Türk edebiyatı vardır” diyor Köprülü. Bunu Eren Safi nasıl anlıyor? Türkler şiir söyler de felsefe yapamaz mı? Yoksa şiiri olan, felsefeye niye ihtiyaç duysun mu diye soralım?
Hikâye anlatmada çok güçlü olduğumuzu düşünüyorum. Gündelik hayatta, akademide, internette, medyada sürekli hikâye anlatıyoruz, meraklıyız, her şeye maydanoz oluyoruz. Bir de sürekli konuşuyoruz. Kafamızda sürekli hikâyeler var çünkü. Şiirde ise aramayı bırakıp kolaycılık yaptığımız için ben o kadar büyük ve umutlu konuşamıyorum artık. Geriye gidiyoruz. Hâlbuki mesela bu kadar zengin bir floranın böyle siyaseti, böyle şiiri olur mu yahu? Bir ara aromatik bitkilere takmıştım kafayı. Türkiye’de dört bine yakın endemik tür var. İngiltere’de sekiz. Yazıyla sekiz. Rakamla sekiz. Her şeyle sekiz. İspanya’da dört yüz. “Vay!” diyorsun. Beş yüze yakın kuş türü var Türkiye’de. Kuru ne biliyorsun değil mi? Her şeyin kurusu var. Kayısının, patlıcanın, biberin, hatta hamsinin. Binlerce çeşit reçeli, çorbası yapılıyor bunların. Buranın neresi olduğunu biliyor mu şairler? Ha felsefe öyle bir şey değil bu arada. 1940 senesinde Türkiye’nin nüfusu 17-18 milyonmuş. Bugün 90 galiba. Almanya’yla kıyaslayalım mesela. 1940’ta 80 milyon. Bugün aşağı yukarı 80 milyon. Dünyada İstanbul dışında bu kadar kısa sürede nüfusu 20 kat artan bir şehir daha var mıdır bilmiyorum. Benzerleri içinde yok. Benzemeyenler içinde de yoktur muhtemelen. Bak şimdi, İstanbul’un nüfusu 1950 yılında neredeyse bir milyon. Yazıyla. Felsefe hayatta kalmaya çalışarak ve sürekli kavga edilerek, hele de bu kadar dinamik bir tecrübe içinde yapılabilen bir şey değil. Bir de bizim okuryazarlar Mutezile’yi Mürcie’den ayıramaz. Felsefe eğitim işi öncelikle. Bilgi işi. Din bilmeyeceksin, tarih bilmeyeceksin, çat pat İngilizce, çok az da Almanca derdini anlatacak kadar. E oldu. Çok mu lazım felsefe dersen o başka mevzu.
Yani buradan “Evet, bizden filozof çıkmaz; Türkler felsefe yapamaz’’ dediğinizi mi çıkaralım?
Abi biz evrim teorisine inanmasak daha iyiydi bence. Herkesin bu konuyu yanlış anladığını ama bir yandan da buna çok inandığını düşünüyorum ben. Yanlış bir şekilde evrimleşmeye çalışıyoruz iki yüz yıldır. Tanzimat sorusunun da cevabının devamı olsun. Kendinde yeni organ çıkaramazsın. Biz organ çıkarmaya çalışıyoruz. Bizde teori yok! Peki. Bizde bilim yapılmıyor! Çok güzel. Bizden felsefeci çıkmıyor! Tamam. E tamam yani. Kimse de hem kompleksinden hem utangaçlıktan hem cehaletten çıkıp “Eee?” diyemiyor yahu. Bu çok saçma değil mi? Çıkmasın. Yok. Tamam. Çıkarmaya çalışıyoruz ama. Hâlbuki ne yaparsak yapalım olmayacak. Biz tasarım yapamayacağız. Bilim yapamayacağız. Felsefe yapamayacağız. Şunun zamanı geliyor bence: Uygulamanın, mühendisliğin, geliştirmenin, ustalığın, tekniğin en az tasarımın kendisi kadar, bilimin kendisi kadar, felsefenin, buluşun kendisi kadar önemli olduğu, hatta öne geçtiği bir zamanda yaşamaya başlıyoruz. O işleri de bizden iyi kimse yapamıyor işte. Saçma sapan kazınmayı bırakıp cerrahide, mühendislikte, geliştirmede, teknik eğitimde, bunun gibi şeylerde ilerlemenin yolunu bulursak şiir de arkadan yetişir. Şiir dilin uygulaması zaten. Dilde mühendisliğin ön adımı gibi yani. Ya da felsefeyle fiziğin ilişkisi gibi. Şiir fiziktir bir tür. Matematikle yan yana getirirler bazen, yanlış. Fizik onun doğrusu.
ASLINDA ŞİİRLE FELSEFENİN ÇOK MESAFELİ BİR İLİŞKİSİ VAR
Peki bugün? Hâlâ felsefeyi de ihata eden bir Türk edebiyatından (Türk şiirinden) söz etmek mümkün mü?
Ben şiirin felsefeyi bugün değil dün de ihata ettiğini düşünmüyorum. Sanatın da içinde yöntemler, dönemler, konular var. Mesela şiirde vezin var. Resimde boyama yöntemleri var. Müzikte ritmin ayrı, melodinin ayrı, uzunluğun ayrı, çok sesliliğin-tek sesliliğin ayrı olması gibi. Romantik dönem diyorsun. Klasik dönem diyorsun. Viktorya, Barok, Neoklasik elli tane dönem var. Felsefenin ise gerek dönemleri, gerek yöntemi, gerekse biçimi sanattan çok farklı. Aynı konuları işliyor görünse de şiirle felsefenin sanılanın aksine çok mesafeli bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Platon devletine şairleri almıyor ya… Çok da haksız değil. Bunun aklıma geldiği iyi oldu bak. Ben de bundan sonra şiire devleti almıyorum. Hadi bakalım.
HEPİMİZİ SERİNLETEN GÖLGE TÜRK ŞİİRİNİN DEĞİL, TÜRKÇENİN GÖLGESİDİR
Türk şiirinde, daha doğrusu modern şiirimizde iktisat-şiir ilişkisi çok işlenmiş, üzerine gidilmiş bir mesele olarak yer almıyor. Türk şiiri kapitalizme hazırlıksız mı yakalandı?
İzninle hazırlıklı olsaydı zaten yakalanmazdı diye iğrenç bir anlatım bozukluğu şakası yapma fırsatını kaçırmayacağım. Demin söylediğim şeyi tekrarlarım. Kıyafette, yeme içmede, mimarlıkta, okuma yazmada, itikatta, eğitimde, mühendislikte nasıl yakalandıysak şiirde de üç aşağı beş yukarı öyle yakalandık. Biraz önce Türkçe dedik ya, Türkçe bunca badireden sağ çıktığı, kendini savunduğu için şairler buradan kendine pay çıkarıyor. Keşke haksız olsam ama kusura bakmayalım, o hepimizi serinleten büyük bir bayrak gibi dalgalanan gölge Türk şiirinin değil, Türkçenin gölgesi.
Faiz meselesi var bir de. Yani böyle bir mesele var da Türk şiirinde yok. Yakın dönemde seni sürekli bundan söz ederken buluyoruz. Bunun şair Eren Safi açısından önemi nedir?
Tam olarak ben de havasını attığım, gevezelik yaptığım kadar hakkını vermiş sayılır mıyım bu konunun? Hayır. Kalite bakımından da Cahit Zarifoğlu “Halk aşksızsa sokaklar banka dükkânlarıyla doludur’’ gibi bir laf etmiş. Benim bu kalibrede söylediğim bir şey de yok faizle ilgili. Ama Cahit Zarifoğlu, İsmet Özel, Sezai Karakoç veya herhangi İslamcı şair toplamda ne söylüyor bakmak lazım. Romantik birkaç söz belki. Cahit Zarifoğlu da bıçak çekmiş arada. Solda anlı şanlı şairlerimizin iktisat görüşüyle ilgili, sınıfsal veya iktisadi itirazlarıyla ilgili bir fikrimiz var mı peki? Yok. Çünkü anlamıyorlar. Para vakıflarıyla biz hangi gömleği üzerimizden çıkardık, Kırım Savaşı’yla birlikte hangi faiz sarmalına girdik, Düyûn-ı Umumiye nedir, Osmanlı Bankası terkibindeki Osmanlılar hangi Osmanlılardı, 1971 senesinde altın karşılığından da ipten kazıktan da kurtulan Amerikan parasının kısa süreliğine ilan edilen geçici karşılıksızlık prensibi ne ara kalıcı hâle geldi? Böyle soruları var mı şairlerin? Neoliberal finans düzeni üzerine, yeniden takla atmaya başlayan blockchain temelli dönme dolaplar üzerine, şairleri geçtim iktisatçıların, sosyologların, siyaset bilimcilerin, ilahiyatçıların ne anlattığını, ne dediğini biliyor musunuz? Ben biliyorum. Hiç. Şimdi anlatıyorlar ya bir de kapitalizmin sonu yok, kapitalizmin açmazları filan… Bizimkiler de oradan yanlamaya çalışıyor konuya. Hâlbuki konu bunların sandığı gibi üretim biçimleri, tüketim yolları, sınıfsal tansiyon, uluslararasılık filan değil. Konu kapitalizm değil çünkü. Konu faiz. Amaaan neyse. Ha bu arada ne alakaysa aklıma geldi, Mustafa Öztürk’ü seyrettim geçenlerde. Riba, faiz filan anlatıyor öyle güzel güzel. Aman Ya Rabbi! Ben böyle cehalet görmedim. Biz küçükken Kenan Evren böyle saçmalardı. Araplar eskiden yemeğin içine kıl düşmesin diye başlarını örtermiş, artık medeniyet ilerlemiş, başka tedbirler alabiliyormuşuz, o yüzden gerek kalmamış. Garibim bu seviyeden bir kaliteyle tarihsel karakterini anlatıyor faiz konusunun güya. Bu kadar cehalet tahsille de olmaz. Nasıl mümkün olmuş acaba?
TÜRKÇE KONUŞUYORSAK HÂLÂ İLERLEYEBİLİRİZ
Şiire dönüp bir şey sormak istiyorum. “Bezirgânım metâım çok, alana satmaya geldim” diyor Türkçenin sahibi. Bu dizeyi söyleyebilen Türk şiiri, bugünkü “pazara” nasıl izin verebildi?
Bilmiyorum. Ama ben giderek bozulmaya yani teşevvüşe inanmıyorum. Hayattaysak geri dönebiliriz. Türkçe konuşuyorsak ilerleyebiliriz. At sırtında giderken, deveye binerken o ritimde, o vezinde okuyup yazıyormuş insanlar. O tempoyla, o ölçüyle şarkı türkü okuyormuş. Düşün bak; eti, sütü, yiyeceği kurutmazsan en fazla birkaç gün saklayabiliyorsun. Kışa hazırlanmazsan hayatta kalamıyorsun. Kılıçla, okla savaşıyorsun. On iki yaşında evleniyorsun. Büyük ilçelerde beş-on bin kişi yaşıyor. Gel bugüne. Bugünkü “Ah nerede o mûsiki!” şeyini ben anlamıyorum. Anlıyorum tabii de uçağa biniyorsun yahu. Otomobil kullanıyorsun. Tren 300 kilometre yapıyor. O ritim olmaz artık. O şiir de olmaz. O cumbalı evlerden, kafes arkasından göz süzen kızlar filan. Olmaz o. Bitti.
YAMUK BİR MIH OLACAĞINA DÜZGÜN BİR MIH OL, BU YETERLİDİR
Bu kadar mı yani? Bir de her şeyin bu hâle gelmesine direnemez miydi insanlar?
Bunu daha güzel yapabilirdik. Bugün daha derli toplu, daha aklı başında, daha insan gibi bir hayat kurabilirdik. Ama unutmayalım, bu bizim kaybettiğimiz bir savaş. Üç yüz yıldır dayak yiyoruz ve yirminci yüzyılın başında kaybettiğimiz Cihan Harbi hâlâ bitmiş değil. Radyoaktif serpintiler, artçı sarsıntılar devam ediyor. E iyi de bu şehirleri daha güzel yapamaz mıydık, biraz daha makul insanlar olamaz mıydık? Hiç olmazsa eğitimi kıvıramaz mıydık? E elimizi tutan mı var? Yapalım? Hep böyle kötüye, daha da kötüye gittiği düşüncesi var ya her şeyin. O yok bende. Kişi hayatıyla topluluk hayatının, giderek millet hayatının burada aynı olduğunu düşünüyorum ben. Hayattaysan bu aynı zamanda tevbe edebilirsin de demek ya… Dönebilirsin. Kirlendin diyelim, temizlenirsin. Saptın, düzelirsin. Yalan söyledin, doğru söylersin. Ama diğer türlüsü işimize geliyor. Biz bitmişiz ya! Zaten herkes çalıp çırpmıyor mu? İstanbul’u yok ettik. Bizden bir yol olmaz. Eğitimde Afrika ülkelerinin gerisindeyiz. Kimse kitap okumuyor. Adalet bitmiş. Televizyon, Netflix filan da çok ahlaksız. Bu gibi laflar çok flu, konforlu ve gri bir alan yaratıyor. Bir de öznesi yok. Tamamen gayrişahsi. Hâlbuki tam tersi. Konu tümüyle şahsidir. Kişisel algılayacaksın yani. Bir mıh bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir komutanı, bir komutan bir orduyu, bir ordu bir ülkeyi kurtarır diye bir şey var ya… Kurtarmayı, silsileyi filan da geç aslında. Abi yamuk bir mıh olacağına düzgün bir mıh ol yahu. Bu yeterlidir.
KENDİMİZİ YÜZ KAT KÜÇÜLTEREK KONUŞMAYA ALIŞMIŞIZ
Bu da çok iyimser bir yorum olmadı mı? Kurtaramadığın sayısız benzerini boş ver, sen elindeki deniz yıldızını geri denize at hikâyesi gibi biraz?
Olsun. Ne mahzuru var? Bir keresinde bir konferansta sanıyorum Mete Tunçay’dı, Mehmet Genç için Osmanlı’yı biraz abartıyor, büyütüyor demişti. Mehmet Genç de cevap olarak “Siz bugüne kadar yüz kat küçülttüğünüz için, biz elimizdekini on kat büyütsek de ödeşemeyiz” gibi bir şey söylemişti. Bizim durumumuz da biraz böyle aslına bakarsan. Öyle alışmışız ki kendimizi hor görmeye, beceriksiz saymaya, geri kabul etmeye. Verili olarak daha en başından yok canım biz yapamayız, beceremeyiz, bittik, battık diyoruz. Ben şimdi bu lafları ediyorum mesela ama konuşmamızın başından beri benim söylediğim şeylere bir bak. Ben de her şeyi bırakıp kendimize yükleniyorum. Kavga ederek, sürekli şikâyetlenerek, kendimizi beğenmeyerek, eksik kabul ederek. Bu söyleşi bir işe yarayacaksa, bu konuşmadan insanların aklında birkaç kelime kalacaksa bu olsun bari. Kendimizi yüz kat küçülterek konuşmaya alışmışız. Yapamadıklarımıza, beceremediklerimize, kötü yaptıklarımıza odaklanmaya; bilimde, sanatta, mimaride, kültürde, eğitimde ne kadar geride olduğumuzu tekrar etmeye alışmışız. Burada biraz iyimser olmanın, birazcık güven duygusunun zararı olmaz diye düşünüyorum. On konudan dokuzunda beceriksiz, kötü, berbat olabiliriz. O idare edecek kadar da olsa iyi olduğumuz bir madde var ya, onu bulalım bir. Neyse o artık. Her kişi için, her topluluk için değişen şeyler bunlar bir yandan da. Ben o dokuz şeyde kötü olduğumuzu inkâr edelim de demiyorum. Bir şekilde bugüne kadar ulaştığımıza göre bir hayatta kalma yeteneğimiz var demek ki. Ayrıca her şeyin ötesinde bir de ahlaken ve kültürel olarak hâlâ yeryüzünün en az kirlenmiş topraklarının burası olduğunu düşünmüyor muyuz zaten? Buradan herkese anlatabileceğimiz, bütün dünyaya seslenebileceğimiz bir hikâye anlatmaya neden başlamayalım ki? Bunun dışındaki şeyler bence teferruattır. Geride de olsak, kötü de olsak telafi ederiz. Çok ergen gibi konuştuğumun farkındayım. Olsun; siz inanmasanız, bizi anlamasanız da bu sivilceler düzelecek, hayatımızı sizin istediğiniz değil, kendi istediğimiz şekilde düzene sokacağız ve bu dünyayı değiştireceğiz!