Osmanlı sonrası Türkiye Cumhuriyeti’nin mimariye bakışı aslında 19. yüzyılda başlayan, sanatta Batılılaşma hareketlerinin devamı niteliğindedir.
SÖYLEŞİ: YAKUP DOĞRU
Bir yapının sadece yapı değil de mimari bir eser olması için başat temel gereksinim nedir?
Çok geniş kavramsal bir konu olmakla birlikte, bence yapı mimari eserin barındırması gereken fonksiyon/işlev çözümünün karşılığıdır. Mimari bu çözümün dili, ifade biçimi, düzeni ve şiirselliğidir. Aynı zaman milli bir hüviyet için de az evvel ifade ettiğimiz dil, ifade biçimi ve şiirselliğin toplumsal bir değer paydası olarak mutabakat görmesi ve dinamik bir sürece açık olması gerekmektedir. Bütün bu öğelerin süreç içerisindeki sentezi, bizi önce mimariye daha sonra ise milli mimariye ulaştırır.
Tarihi vesikalarda göçebe olarak aktarılan Türklerin, mimariye geçiş evreleri hakkında neler biliyoruz hocam? Türkler bu konudaki tedrisatını nasıl mütekamil bir hale getirdi ve inşa sürecine geçti?
Bu sorunuz, uzun tarih aralığını kapsayan araştırma konusu olmakla birlikte, genel olarak bütün toplumlarda olduğu gibi yerleşik olarak birlikte yaşama kültürü bir düzen gerektirir. İnsanlık tarihine baktığımızda düzen, dini temellidir. Dini gibi görünmeyen beşeri düzenlerde yine tanrı ve/veya tanrıları temsil eden beşeri temsilciler eliyle kurulmuştur. Türkler tedrisatını nasıl kurdu? Sorunuza gelince, hareketli /dinamik kültüre sahip Türkler, yerleşik hayata geçince; aslında bu şöyle bir şey de değil… Hadi yorulduk şimdi yerleşik hayata geçelim… Bu kararların hepsinde tabii oldukları değer dünyası etkili. Her şeyin değiştiği dünyada, toplumlarda, yeni şeylerle karşılaşıyor, var olan yaşam biçimleri karşılaştıkları yeni değerlerle değişiyor. Türkler de bulundukları topraklardan başlayarak uzunca ve genişçe bir yol kat ediyor ve bir kısmı Anadolu’da yerleşik hayata başlıyor. Var olan yerleşik kültürle bilgi alışverişine giriyor ve kendi değer dünyasına uygun şehirleşme ve ev inşa ediyor. Yeni teknikler öğreniyor, onları geliştiriyor vesaire.
Türk evi diye tabir ettiğimiz evler, nasıl bir süreç içerisinde olgunluğa ulaştı? Bu evlerde Türk milleti kimliğini nasıl devam ettirdi?
Vallahi bu konuda Süha Arın’ın 1982 olmalı, “Kula’da üç gün” belgeselini izlemek yeterli. Orada evi, avluyu, taşıdıkları örf ve adetleri, inançlarını, her ferdin sorumluluklarının, inşa ettikleri evin biçimlenmesindeki etkisini çok rahatlıkla görüyoruz. Hane halkının tamamının üretimin içinde olması için gerekli mekan organizasyonu, kontrollü mahremiyeti… Ev aynı zamanda çalışma yeri. Her fert gündelik hayatta bir işin ucundan tutuyor. Ev şehir merkezinde ise avlu, çeperlerde ise bahçe, aynı zamanda işlik vazifesi olarak tasarlanmış. Çocuklar hem oynuyor hem de iş görüyor. Sokak kontrollü olarak avluya açılıyor. Günümüzde Ev olarak adlandırdığımız konut, edilgen bir fiziki mekana indirgemiş ve konaklama işlevi dışındaki işlevlerden arındırılmış durumda.
Mimaride yenilmek diye bir şey var mıdır? Siyasi ve askeri durumları kolayca anlayabiliyoruz. Ama mimari biraz daha farklı bir alan…
“Geri kalma” kavramı birkaç şekilde anlaşılabilir; teknik ve teknoloji bakımından, Üretim niteliği bakımından ve psikolojik bakımdan. Bizde mimaride oluşan üslup değişimlerinin tamamı Osmanlı’nın yenilmişlik psikolojisi üzerine bina edilmektedir. Oysaki üslup değişimi çok normal bir şeydir. Dinamik dünyada ve dinamik toplumda, statik bir biçimden bahsedebilir miyiz? Edemeyiz… O zaman üslup değişimlerinin de oluşmasını olağan görmeliyiz. Ancak bu değişim doğrudan ithal değil, kültürel bir pota içinde oluşan değişim olmalıdır. Bu konuda merhum mimar Turgut Cansever, 1946 yılında başladığı “Selçuk ve Osmanlı sanatında baklavalı sütun başlıkları” isimli doktora tezinde, mimarideki üslup değişimini sütun başlıklarındaki tezahürü üzerinden okuma yaparak ele almıştır.
Osmanlı sonrası yapılan mimari yenilikler bizim hüviyetimizde miydi? İthal bir yenilik miydi?
Osmanlı sonrası Türkiye Cumhuriyeti’nin mimariye bakışı aslında 19. yüzyılda başlayan sanatta Batılılaşma hareketlerinin devamı niteliğindedir. Ancak farklı olan tarafı; Cumhuriyet’in modernleşme çabası ve Batıyla her yönüyle entegrasyon hedefi, şehircilik, imar faaliyetleri ve kamusal kimlik inşasında da çoğunlukla yabancı mimarlara yönelmesini doğurmuştur. Bunun sonucu olarak da Batı eğitimi ve kültürü ile Osmanlı mimarisinin yorumlandığı eserlerin oluşması ile sonuçlanmıştır. Bu durum mimari üslupta zaten başlamış olan sathiliği derinleştirmiştir. Yani mimari içinde olan değişimler bir gün içerisinde veya çok kısa bir süre içerisinde oluşan değişimler değil, birikerek, zamanın yorumlayıcıları olan; yöneticilerin ve dönemin mimarlarının etkileriyle olmuştur.
Günümüz mimarisinde milli bir hüviyetin olduğunu düşünüyor musunuz?
Hayır. Varsa da benim algı düzeyimin dışında. Mimaride ve bütün sanatlarda milli hüviyet “kabuk” düzeyine indirgenmiştir. Temelsiz içi boş bu biçimlerin “milli” olarak sunulmasını, pazarlama ve ticari kaygılar olarak görmek gerekir. Ayrıca da milli kavramından önce, sağlıklı toplum için güvenli ve sağlıklı bir çevreye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Yaklaşık İki yıllık pandemi süreci yaşamış olmamıza rağmen Sağlık Bakanlığı, sağlıklı çevre hakkında bir çalışma yapmadı. Sağlık insan kavramı etrafında, sağlıklı şehir ve fiziki çevrenin sağlığa olan etkileri hala konuşulmuş değil. Canlı habitatı içerisinde insanın yaşayacağı sağlıklı çevre aslında en temel konu. Herhangi bir şeyin milli veya herhangi bir kavrama olan aitliğini konuşmadan evvel, o durumun, yapının veya bakışın insaniliğine dikkat etmek gerekir. Zaten bir şeyin milli olması demek, o bölgede, o coğrafyada varılan ortak insani mutabakatın koşullarını, özelliklerini ve sonuçlarını ifade eder.
Tarihi eserlerin daimî muhafazasıyla, ekonomi arasında da bir ilişki görülüyor. Bu konuda düşünceleriniz nelerdir?
Yaşayan ve sürekli değişen şehirlerimiz içindeki taşınmaz kültür varlıkları olarak tanımlanan, tarihi mimari eserlerimize karşı olan ilgiyi anlamak için, yapılan güncel imar faaliyetlerine bakmamız yeterli. Güncelde bu titizlik yoksa, geçmişe dair olan koruma refleksi de yoktur. Tarihi eserlerimizi sadece cephe, plan ve etnografya unsurlarından ibaret algılarsak, bu günkü gibi orantısız bir yapılaşma ile karşı karşıya kaldığımız, keşmekeş doku üretimine kapı aralamış oluruz. Yanlış politikalar, çevre içerisinde geliştirilen imar faaliyetleri, tarihi sivil yapıları yalnızlaştırma sonucunu doğurmuştur. Bunula birlikte imar alanlarında oluşan donatı baskıları, bu eserlerin can çekişmesine sebep olmuştur. Bu durum hala eski eserleri “düzenli” imar faaliyetlerine engel olarak gören yerel yöneticilerle, yasal zorunlulukları uygulayan koruma kurullarını karşı karşıya getirmeye devam etmektedir. Bütün yanlış koruma politikalarının yanında konutun, ticari meta haline geldiği bir ortamda, tarihi yapıları korumanın ne kadar zor olduğunu hep beraber görmeye devam edeceğiz. Yani sonuç olarak demek istediğim şey bugün yapılan imar faaliyetleri, bir estetik bakıştan ziyade bürokratik ve kimi zaman da ekonomik koşulların sonucudur. Biz konuyu konuşurken, eserle, en uygun koşullarda, baş başa kalmış bir mimarın, tercihi sonucu oluşmuş bir mimari yapılanma veya restorasyondan konuşuyor gibi oluyoruz. Bu konular düşünülürken, daha detaylı ve çerçeveli düşünmeliyiz. Hatta milli hüviyeti, kendi şahsi hayat tarzımız üzerinden de okumak mümkün. Biz ne kadar millet olma özelliklerimize sahipsek, hayatımızdaki her şey de o kadar milli.