Vejetaryenler ve et yiyenler arasında tatmin edici ve ödüllendirici bir diyalog iyi bir olasılık değildir. Tüm inanç toplulukları için temel sorun, ‘diğer dinlerin içsel manevi değerleri olduğu fikrini kabul etmektir’
GİRİŞ: Sosyoloji alanında yaptığı çalışmalar ve aldığı ödüllerle bilinen Avustralya Katolik Üniversitesi’nde sosyoloji profesörlüğü görevini yürüten Bryn S. Turner ile modern felâketleri; afet, tehlike ve felâket kavramları etrafında günümüz dünyasını ve insanını Cins için konuştuk.
SÖYLEŞİ: SERDAR BİLİR
ÇEVİRMEN: HÜDANUR AKKUZU
İlk olarak son kitabınız “A Theory of Catastrophe”(Felaketler Teorisi) hakkında konuşmak isterim. Henüz Türkçeye çevrilmemiş olan kitabınız hakkında Türk okurlarına ne söylemek istersiniz?
Benim iddiam, iklim değişikliği, salgın hastalıklar ve siyasi istikrarsızlığın bir kombinasyonunu içeren felaket zamanlarında yaşadığımızdır. Bu kombinasyonun toplumları çarpıcı biçimde değiştireceğini savunuyorum. Ilk olarak, sıklıkla karıştırılan üç terim arasında ayrım yapmamız gerekir: afet (disaster), tehlike (hazard) ve felaket (catastrophe). Her üç terim de uygun olmasa da bir şekilde ‘risk’ terimi altında sınıflandırılmıştır. Shorter Oxford Dictionary, felaketi ‘nihai olay; genellikle mutsuz bir sonuç’ ve ‘düzenin veya bir şeylerin sisteminin yıkılmasına neden olan bir olay’ olarak tanımlamaktadır. Sözlük, on altıncı yüzyılın sonları ve on yedinci yüzyılın başlarındaki literatürde felakete sık sık atıfta bulunulduğuna işaret etmektedir. Shakespeare’in oyunları- King Lear, Macbeth ve Hamlet – onun yaşadığı istikrarsız zamanlara tanıklık etmektedir. Aslında, siyasi felaketlerin yansımaları olarak da kabul edilebilirler. Afetleri felaketlerden ayırt etmek önemlidir. Aynı sözlük, afet için ‘Başına gelen yıkıcı veya üzücü herhangi bir şey; ani veya büyük bir talihsizlik veya aksilik; bir musibet’ olarak tanımını yapmaktadır. Sözlük tehlikeyi riskle ilişkilendirir, bu yüzden: ‘Bir şans oyununda kaybetme riskini göze almak; bahis yapmak, tehlikeye veya riske maruz bırakmak’ olarak tanımlar. Bu tanımlar önemlidir çünkü Covid19 dediğimiz şeyin onu nasıl anladığımız, ona verilen tepkiler ve toplumların gelecekteki pandemiler için nasıl önlemler alabileceği konusunda sonuçları olacaktır. Covid19’u bir ‘afet’ olarak adlandırmak kesinlikle yetersiz kalır. Tehlikeler içerdiğini söylemek doğru ama “tehlikeli” demek onu önemsizleştirir. Afet çalışmalarına karşı, Covid19’u küresel ve dönüştürücü sonuçları olabilen, sözlükten alıntı yaparsam ‘mutsuz bir felaket’ olarak tanımamız gerektiğini savunuyorum. Bu nedenle benim temel varsayımım, bir felaketin, geri dönüşü olmayan bir kriz olduğudur. Felaketlerin politik ya da sosyal ve doğal nedenleri arasında bir ayrım yapabiliriz. Bir yanda sömürgecilik ve savaşla ilişkilendirilen soykırım, diğer yanda depremler ve volkanik patlamalar gibi doğal afetler gibi çeşitli örnekleri inceliyorum. On yedinci yüzyılın vebalarının doğal nedenleri vardı, ancak yaygın enfeksiyonlar, ticaretin genişlemesinin sonuçlarıydı. Covid19’un nedenleri şu anda tartışmalıdır, ancak zoonotik hastalıklar çevresel bozulma ile ilişkilidir. Bu açıdan doğal bir felaket olarak görülebilir. Deneysel bir laboratuvarda insan hatasından kaynaklandıysa, o zaman belki de bir sosyal ve politik felaket olabilir. Dünya çapında iletimi kısmen küreselleşmenin bir sonucudur. Argümanımın Ulrich Beck’in ‘Risk Society’ kitabından hareketle oluşturduğumu da belirtmekte yarar var tabii.
ARTAN FELAKETLER ZIT KÜLTÜRLERİN DİYALOĞUNU ÖNEMLİ KILACAKTIR
İslam’ı Anlamak-Bilginin Konumları adlı bir çalışmanız olduğundan bahsetmiştiniz. Bu röportaj Türkçeye çevrilerek, Müslüman bir topluluk tarafından okunacak. Bu kitap hakkında biraz bilgi vermek ister misiniz?
Politikaları kuşkusuz Gadamer’in siyasi bakış açısından çok farklı olan Susan Buck-Morss (2006), 11 Eylül’den hemen sonra yazan, ‘Thinking Past Terror’ kitabında Amerikan kamuoyuna terör ve terörle mücadele arasındaki beyhude çatışmanın ötesine geçmek için yalvardı. Bir konuşmanın kamusal alanda gerçekleşebileceğine inanıyordu ve buna ‘yazı dünyasının kozmopolitliği’ adını veriyordu. Ciltsiz baskının önsözünde, ana önerisinin, İslamcılığı modernite eleştirisi olarak eleştirel teori ile birlikte siyasi bir söylem olarak ele almamız olduğunu savundu. Çalışmaları verimli bir sohbet için umut içerir ve kozmopolit bir bağlamı, yani kozmopolit bir harfler dünyasını varsayar. Bu paylaşılan bilgi ve güven sorunu, bu kitabın iklim değişikliği, kuraklık ve salgın hastalıklar açısından dünyanın geleceği hakkında çelişki ve belirsizlikle birlikte yazılması bağlamında daha akut hâle geldi. Bu cildin uluslararası arka planı, büyük siyasi faciaları ve küresel krizleri içeriyor – İsrail ve Filistin, İran nükleer tartışması, Afgan hükümetinin düşüşü, Tunus, Lübnan, Libya’daki siyasi krizler ve Afrika’nın çoğunda artan siyasi istikrarsızlık. Bu siyasi çatışmaların çoğu şu ya da bu şekilde İslam’ı içeriyor. Afgan’ın Taliban’a düşmesi, Afganistan’ın ve çevredeki toplumların geleceğine dair artan belirsizlik, birçok batı toplumunda kaçınılmaz olarak İslamofobiyi körükleyecektir. Bu büyüklükteki afetler, başarılı kültürlerarası diyalog ve anlayış koşullarını ortadan kaldırır, ancak aynı zamanda bu diyaloğu daha önemli ve gerekli kılar. ‘Afet’ kelimesi, dünyanın karşı karşıya olduğu sorunları ve özellikle liberal demokrasilerin karşı karşıya olduğu zorlukları ciddi şekilde hafife alabilir. Covid19 pandemisi, iklim değişikliği, volkanik patlamalar ve siyasi aşırılığın birleşimi, nihai eylem veya sonuç anlamına gelen bir ‘felaket’ (catastrophe) olarak adlandırılmayı hak ediyor. ‘Risk Toplumu’ hakkında yazan Urlich Beck, ortak bir ‘risk topluluğu’nun ve aslında bir ‘özgürleştirici felaket’in ortaya çıkmasını umut edebileceğimizi savunuyordu. (Beck, 2015). Henüz bu küresel ‘risk topluluğu’ hakkında çok fazla bir işaret görmedik, ancak bir umut olabilir.
BAŞKALARINI ANLAMAK KENDİMİZİ ANLAMAK GİBİ ZOR BİR GÖREVLE BAŞLAR
Diyalog kavramını oldukça önemsiyorsunuz anladığım kadarıyla?
Diyaloğun olduğu yerde karşılıklı bir anlayış olasılığı vardır. Ancak, başlıca engeller sadece dış ve siyasi gelişmeler değildir. Aynı zamanda dini ve kültüreldirler. Bu nedenle, hiçbir sonuç, karşılıklı saygı ve sosyal uyum konusunda biraz iyimserlik sunamaz. Bu bağlamda, Steven Lukes (2003) tarafından ‘Liberals and CannibalsThe Implications of Diversity’de dile getirilen liberal varsayımlar altında diyalog ve fikir birliği hakkında aynı şüpheleri paylaşıyorum. Vejetaryenler ve et yiyenler arasında tatmin edici ve ödüllendirici bir diyalog iyi bir olasılık değildir. Tüm inanç toplulukları için temel sorun, ‘diğer dinlerin içsel manevi değerleri olduğu fikrini kabul etmektir’ (Sachedin, 2001: 35). Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında birbiriyle örtüşen çok sayıda prensip olduğu düşünüldüğünde, kabul görme ihtimali ümit vericidir. İslam’ı veya aslında herhangi bir kültürü veya yaşam tarzını anlamaya çalışırken ortaya çıkan belirli anlayış normları vardır. Bunlar, bir anlayış etiğinin temel unsurlarını oluşturabilecek bazı basit normları veya prosedürleri -önyargıdan kaçının, özenli olun ve önem gösterme sorumluluğunu kabul edin- içerir, ancak bunlar bizi yeterince uzağa götürmez. Başkalarını anlamak, kendimizi anlamak gibi daha zor bir görevle başlamalıdır. Burada yine Gadamer şu yolu işaret eder: ‘Kişiler arasında bir anlaşmaya varmanın genel süreci ve başlı başına anlama sürecinin her ikisi de ruhun kendi kendisiyle iç konuşmasını andıran dil olaylarıdır’. Gadamer, hermenötiği, ötekiyle konuşmamıza izin vermek amacıyla, alışılmamış olanda bir dolambaçlı yol olarak gördü. İktidarın ve tarihin kısıtlamalarına karşı etik amaç, bir anlayış topluluğudur. Ancak Gadamer, anlayışın çoğu zaman başarısız olabileceğine inanıyordu. Örtülü ve açık yönergeleri, diyaloğun başarılı bir karşılıklı anlayışa yol açacağına dair hiçbir garanti sunmaz. Her hâlükarda, Gadamer şiddete ve siyasi felakete yabancı değildi. Savaş boyunca Leipzig Üniversitesi’nde profesördü. 20 Temmuz 1944’te Hitler’e yapılan başarısız suikast girişiminden sonra birçok arkadaş ve meslektaşı toplandı ve idam edildi. Savaş sona ererken, Leipzig, Sovyetler ile geri çekilen Alman ordusu arasındaki çatışmanın ön saflarındaydı. Gadamer’e göre, gözleyen ve gözlenen, her ikisinin de sonluluğa giden yolda zaman içinde bağlı olduğu ortak tarihsellikleri ile birbirine bağlıdır. Tekrarlamak gerekirse, insanların umut olmadan var olamayacağını iddia ederek karamsarlığı samimiyetsiz bularak reddetti. Bu faslı, Schuon’un İslam çalışmasına kısa bir giriş yazan ünlü bir Sufizm alimi olan AnneMarie Schimmel’den bir alıntıyla bitiriyorum: İnsanlar bana sık sık “İslam’ı neden seviyorsun?” diye soruyorlar ve benim her zamanki cevap şudur: “Müslümanlar Allah’ı ciddiye aldıkları için; tek Tanrı’nın burada ve şimdi bize yakın olduğunun farkındalar ve yine de ne entelektüel ne de üst entelektüel yollarla açıklanamaz” (AnneMarie Schimmel)
Türkiye için biraz uzak bir bölge olan Avustralya’da yaşıyorsunuz ama medya aracılığıyla birçok habere ulaşabiliyoruz. Haberleri takip ettiğim kadarıyla son günlerde Avustralya’da pandemi protestoları polis tarafından şiddet ve güç kullanılarak engellenmeye çalışılıyor. Protestocuların daha ekonomik kaygıları olduğunu da görebiliyoruz. Bu ne anlama geliyor?
Avustralya, Covid19’un patlak vermesine kadar güçlü bir ekonomiye, çok sayıda öğrenciyi çeken bir eğitim sistemine sahipti. Spor, plaj ve yemek kültürüyle ilişkili, rahat ve popular bir ortama sahipti. Çok kültürlü politikalar burada nispeten başarılı olmuştur. Dünya Mutluluk Raporu, ankette 149 ülkeden en mutlu ülkeler arasında Avustralya’yı seçmişti. Fakat Melbourne’deki ve bir dereceye kadar Sidney’deki kargaşa, sürpriz bir şekilde gelişti. Melbourne’de hâla günde 2.000 enfeksiyon var. (Ekim ayı başları) Özellikle ekonomik kaygıları olan mağdurlar için gerçekten üzücü bir durum.
Göçmen Krizi ve Aşırı Sağın Yükselişi desem?
Avustralya’nın göçmen ve mülteci konusunda sert politikaları var. İnsan hakları avukatları, denizde tutulan ve Avustralya’ya girmesine izin verilmeyen ‘tekne insanları’ mülteciler ve sığınmacılar hakkında çok fazla eleştiri alıyor. Yükselen ev fiyatları, hayat pahalılığı, neo-liberalizm, erkeklik, toplumsal cinsiyet ve eğitim, feminizm ve prekaryanın – kısa süreli istihdam edilen, düşük ücretli ve umutları olmayan insanlar- büyümesi. Bu olumsuz gelişmeleri ‘zayıf vatandaşlık’ olarak adlandırabiliriz.
Kazanılmış özgürlükler de artık tehdit altında diyebilir miyiz? Zayıf Vatandaşlık tabirinizi sade ve anlaşılır bir şekilde açıklamak ister misiniz?
Sosyal vatandaşlık artık işsizlik, eksik istihdam, kötü sağlık, yaşlılık ve uygun olmayan konutlara karşı etkili bir güvenlik ağı değildir. Teknolojik değişimin, ekonominin yapısal dönüşümlerinin veya dış kaynak kullanımının olumsuz sonuçlarından kaynaklanan büyük ölçekli yapısal değişikliklerden ziyade, içinde bulunduğu kötü durumdan sorumlu tutulan, neoliberal eleştirinin beceriksiz bireyidir. Sosyal vatandaşlık başlangıçta Keynesyen ekonomiye ve (Birleşik Krallık’ta) Beveridge Raporu temelinde Ulusal Sağlık Hizmetine bağlıydı. Bu sosyo-ekonomik varsayımlar, arz yanlı ekonomi, Milton Friedman’ın Chicago Üniversitesi’ndeki (‘Chicago Boys’ olarak adlandırılan) ekonomi üzerindeki etkisinden doğan ekonomi politikaları, Thatcherizm ve Reaganomik tarafından bir kenara süpürüldü. Arz yanlı ekonomiyi (her şeyden önce vergilerde redaksiyon) ve trickle-down teorisini (zenginlerin vergilerinde redaksiyon) eleştirenler, eşitsizliğin arttığını ve küresel mali krizin deregülasyonun tehlikelerini çarpıcı biçimde gösterdiğini savundu. Tabii ki, vatandaşlık haklarının bu (çoğunlukla örtük veya gizli) dönüşümü, aynı zamanda bir görev erozyonu ile eşleştirilmiştir. Vatandaşlığın T.H. Marshall versiyonu, bir katkı hakları sistemine dayanıyordu. Askerlik hizmeti (bazı durumlarda zorunlu askerlik yoluyla), vergilerin ödenmesi, bir aileyi geçindirme (gelecek nesil vatandaşları yetiştirmek için), yaşlı ebeveynlere bakma ve topluluğa katılma (gönüllü hizmet gibi) bu haklara bağlı görevlerdi. Hukuk terminolojisinde haklar ve görevler arasında bir bağıntı vardı. Bu çerçeve, sosyal vatandaşlık modelinin yalnızca bir kalıntısını bırakarak büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Modern vatandaş, daha tartışmalı bir şekilde, sivil toplum ve ulus-devletle zayıf ve belirsiz bir ilişkisi olan bir vatandaş olarak tanımlanır. Marshall’ın vatandaşlık vizyonunun 1950’lerdeki dönüşümleri kökten bir dönüşüm geçirdi. Bu değişikliklerin göstergeleri arasında çok kültürlülüğün etkisi, vatandaşlık hakları için siyasi mücadele (Isin ve Nielsen, 2008) ve muazzam servet ve gelir eşitsizliklerinin büyümesine yol açan piyasa kaynaklı politika değişiklikleri yoluyla ekonomik güvenliğin aşınması yer alıyor. İstihdamın niteliğindeki değişiklikler, vergilendirmenin dönüşümü, birçok temel hizmetin özelleştirilmesi ve nüfusun yaşlanması, geleneksel refah devletini baltaladı. Vergi indirimleri seçmenler arasında popüler olsa da, düşük vergiler hükümetlerin sosyal hizmetleri finanse etme ve modern bir toplumun altyapısını koruma kapasitesini sınırlar. Yaşlanan nüfus, ilaç maliyetleri ve tıbbi araştırmaların karmaşıklığı ile tıbbi bakımın maliyeti de artmıştır. Modern tıp eğitimi, modern üniversiteye ve ulusal bütçeye büyük talepler getirir. Artan tıbbi maliyetlere bir politika yanıtı, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi olmuştur. Başka bir politika, emeklilik haklarını sarstı veya sonlandırdı.
Erkeklik Krizi dediğiniz bir kavram var. Bunun da yaşadığımız bu değişimle ilgisi var mı acaba?
Evet ancak öncesi de var tabii. Toplumun birçok kesiminde artan güvensizlik, yeni bir kavram olan prekarya tarafından ele geçirildi. ‘Güvensizlik’ kavramı, özellikle kendilerini işsiz bulan ya da düşük ücretli ve yüksek güvencesiz pozisyonlarda bulan genç ve niteliksiz yurttaşların karşılaştığı riskleri yakalamaya çalışır. Birleşik Krallık’ta, Mali Araştırmalar Enstitüsü (5 Ekim 2018), bu tür çalışanların ekonomik ve sosyal değişimin olumsuz etkilerine veya daha geniş anlamda sanayisizleşmeye karşı en fazla risk altında olduğunu bildirdi. Süreç, tesis ve makine işlerinde düşük niteliklere sahip yaşlı erkekler en çok maruz kalanlar olacaktır. Kadınlara ve erkeklere bir bütün olarak bakıldığında, kadın çalışanların %10’u bu risk kategorisinde yer alırken, erkekler için bu oran %17’dir. Birleşik Krallık rakamlarını Avustralya koşullarına kolayca çevirmek mümkün olmasa da, otomotiv imalat endüstrisindeki gerilemeden kaynaklanan düşüş bu varsayımları desteklemektedir. Marshall yaklaşımının bir eleştirisi, toplumsal cinsiyetle ilgili varsayımlarına yönelikti. Aslında Marshall’ın açıklaması, savaş sonrası demokrasilerin çalışan adamını tanımlamaya hizmet etti. Erkek vatandaş, en azından prensipte, sürekli istihdam, refah sistemi, emekli maaşı ve mütevazı bir mülk kiralamak veya satın almak için yeterli (ihtiyatlı ve tutumlu olarak) bir gelir ve karısı ve iki çocuğu olan bir aileyi geçindirmeyi bekleyebilirdi. Karısı genellikle çocuklarına bakmak ve çalışan kocasını desteklemek için evde kalırdı. Bütün sistem, adama topluluk içinde açık ve vurgulu bir statü ve kimlik verdi. Çalışma ve zor kazanılan ücretler vatandaşlığı tanımladı. Bu anlamda ev içi emeği ücretsiz olan ve bağımsız bir geliri olmayan evli kadınlar vatandaşlığın marjinal sınırlarında yer almaktaydı. Açıktır ki, tüm bu yapı, ekonomik değişim, işin dönüşümü, geleneksel aile yaşamının aşınması, doğurganlığın azalması, değişen cinsiyet gücü dengesi, ekonominin küreselleşmesi ve göç (genellikle doğurganlıktaki düşüşe bir politika yanıtı olarak) tarafından baltalanmıştır. Çoğu toplumda zorunlu askerlik, profesyonel orduların ve özel güvenlik şirketlerinin bir kombinasyonu ile değiştirildi. Sonuç olarak, tutarsız ve güvencesiz işlerde çalışan erkeklerin, evliliğe, üremeye ve aile oluşumuna yol açan istikrarlı bir ilişki kurmak için bir kadın partner bulmakta giderek daha fazla güçlükle karşılaştıklarını savunuyorum. Popüler kültürde kutlandığı şekliyle modern romantizmin ticari normları, hızlı bir motorlu araba, dışarıda yemek yeme, egzotik yerlerde tatiller, moda giysiler ve kulüplere ihtiyaç duyarak giderek daha pahalı ve talepkar hâle geldi. Modern romantizm ütopyasının bir parçası olarak geniş çapta kabul edilse de, bu normlar, istihdam merdiveninin en altındaki erkeklerin gelirinin ötesine geçiyor. Popülizmde ve saldırgan erkeklikte -Trump, Putin ve Duterte gibi yeni nesil otoriter siyasi figürler tarafından cesaretlendirilen gördüğümüz kızgınlık, geleneksel erkek işçinin ve fazladan orta sınıf beyaz yakalı işçilerin güvenli tam zamanlı çalışmadan çıkarılmasının artmasının sosyal ve ekonomik rolünün azalmasının kilit bir sonucudur. Bu genel toplumsal değişim görüşünün arkasındaki nedensel argüman, 1970’lerin sonlarından itibaren sosyal ve ekonomik gelişmelerin zayıf vatandaşlık ürettiğidir. Özellikle ekonomik değişim, feminizm, gey ve lezbiyen siyaseti, elitler, politikacıların seçmenlerine karşı bariz kayıtsızlığı (Washington bataklığı), pembe yakalı ekonomi, küreselleşme ve eşlik eden göçler tarafından meydan okunduğunu hisseden tam istihdamlı, heteroseksüel çalışan erkeğin statüsünü aşındırdı. Dünyasının ortadan kaybolması güvensizlik, kızgınlık ve kabalık üretir ve bunlar geride kalanın veya prekaryanın popülist siyasetini besler. Bu değişikliklerin neo-liberal gündemin başlaması ve Keynesyen ekonomi teorilerine dayalı ekonomi politikalarının çöküşüyle birlikte 1970’lerden bu yana meydana gelmesine rağmen, çağdaş dünya konjonktürü ve tezimiz için kritik olanın 2007-2011 küresel finansal krizin ardından olduğunu savunuyorum. Farklı toplumlar için zaman ve mekan bu temalar üzerinde farklılıklara yol açacaktır. Bu değişikliklerin etkisinin topluma göre değiştiği kabul edilmektedir. Bununla birlikte, bu açıklama genel bir vatandaşlık ve uygarlık teorisi sunar ve radikal hareketlere (kitlelerin aşırı sağa olan ilgisini artması) ve popülist siyasete yaklaşımımızın özünü oluşturur.
Son olarak şiddet kavramını sormak istiyorum. Şiddet kötülükle ilişkilendirilmeli mi? Şiddetin yadsınmasının hem birey hem de toplum için sonuçları nelerdir?
Buna ‘kötülük’ gibi fikirlerle zorlanan bir sosyolog olarak cevap vermeliyim. Bence en genel sorun, yine benim ‘erkeklik krizi’ adını verdiğim şeydir. Bence öyle. Şiddetle ilgili soruları savaş, soykırım ve sınır çatışmalarının nedenlerinden ayıralım. Son 50-70 yılda erkeklerin statüsüne ne oldu? Aile içi şiddet, kadınların çevrimiçi istismarı, feminizme yönelik saldırılar, kadın politikacılara yönelik nefret mektupları ve kadın partner bulamayan erkekler- ‘gönülsüz bekarlığa’ karşı erkekler – “İncel” gibi gönüllü bekarlık diyebileceğimiz toplumsal hareketlerin büyümesinde bir artış oldu. Neden şimdi? Bir örnek vermek gerekirse, üniversitelerde küresel olarak erkeklerden daha fazla kadın var. Çoğu tipik erkek mesleği- avcılık ve balıkçılık, askerlik, inşaat işleri, ormancılık, güvenlik hizmetleri, değişiyor veya azalıyor ya da şimdi bu pozisyonlar kadınlara açık. Diplomasız veya vasıfsız erkekler, ‘aşk ve evlilik piyasası’ diyebileceğimiz bir ortamda kadınlara çekici gelmiyor. Sağdaki erkeklerin nefret ettiği LGBTQ politikası da var. Dolayısıyla geleneksel erkeklik biçimlerine yönelik bu tehditler, bazı sosyologların geleneksel olarak “statü kaygısı” dediği şeye yol açar.