İbo türkü söylerken 20’li yaşların başındaydım, şimdi 40’ların sonundayım. Neredeyse iki kuşak geçti, hala Müslümanların masalarına saldırıyor sosyalistler. Açık ve dik başlarıyla seküler devrimci kızlar, “karanlığın üstüne yürüyüp” kendileriyle aynı sınıftan Müslüman gençlere karşı ‘sınıflar mücadelesinin bayrağını’ yükseltiyor. Ama işte hep sınıfta kalıyorlar. Çünkü “halkımız” on yıllardır süren bu aymazlığa bir türlü geçer notu vermiyor.
CENGİZ ALĞAN
Öğrencilik yıllarımda solcu öğrenci evlerinde saz çalıp türkü söylemek âdeti vardı. Her 7-8 arkadaşın toplandığı yerde saz çalan biri mutlaka çıkardı. Repertuarın yettiği son noktaya kadar o saz eşliğinde türküler söylenirdi (Daha kısık sesle olmak üzere, araya bir iki Kürtçe türkü eklendiği olurdu bazen ama onları sessizce dinleyip hemen kaldığımız yerden devam ederdik. Kürtçe yasak ve tehlikeliydi).
Türkü (şarkı, marş vb de) sözlerini solu, devrimi sembolize edecek kelimelerle değiştirirdik. Bu kelimelerden en çok kullandığımız bazıları şunlardı: halk, devrim, kızıl, bayrak (çoğu zaman bu ikisi birlikte), cephe, kale, silah… Türkünün bu kelimeleri yerleştirmeye hazır olduğumuz bölümü gelince hep birlikte (o ana kadar sesine güvenemeyip sadece playback yapmış olanlar dâhil) coşkuyla söyler, büyük bir keyif alırdık.
Böyle bir gün, evdekilerden birinin, Ankara’yı yeni kazanmış öğrenci bir akrabası geldi. İbrahim 1990 başlarının tipik Anadolu delikanlısıydı. Dindar biriydi. Sağla solla alakası yoktu ama sazı vardı. Sesi de yanıktı. ‘Biz içkiler içerdik’, o içmez ama bize katılırdı. Sık sık gelmeye başladı.
‘Al Fadimem’ türküsünü çok güzel söylüyordu. “Evlerinin önü yoldur” diye de bilinir bu türkü. Ne zaman dinlesem ‘İbo’ gelir aklıma. Nakaratı şöyle:
“Al Fadime’m, bal Fadime’m / Yanakları gül Fadime’m
Uyan uyan, sabah oldu / Namazını kıl Fadime’m”
İbo bu türküyü çalarken, tam ‘namazını kıl Fadime’m’ kısmına gelince, biz, geleneksel olarak, hep bir ağızdan ‘Silahını al Fadime’m!’ diye söyler, onun sesini bastırırdık. İbo sesinin bastırılmasına aldırmaz, her seferinde gülümseyerek başını sazına eğer, tıngırdatmaya devam eder, sonraki nakaratta da aynı şey tekrarlanırdı.
Bir gün İbo’ya dedim ki: “Oğlum, Fadime’ye bi kere de ‘silahını al’ desen ne olacak? Hep namaz, niyazla, şükürle olmaz bu işler. Halk kendi gücüne güvenmeli…” falan, filan…
Dedi ki: “Abi, ben mümin adamım. Namazla silahı nasıl değiştireyim? Alt tarafı oturup beraber türkü söylüyoruz. Hep ‘namaz’a gelince ‘silah’ diye bağırıyorsunuz. Sen yine oraya gelince ‘silahını al’ de, ben çalarım, kesmem. Ama sen de benim namazıma karışma.”
Bu sözleri duyunca (eski Türk filmlerindeki gibi) birdenbire ‘inançlı’ bir insan olmadım elbette. Ama inanca saygının kapısının nereden açıldığını sanırım o gün anlamaya başladım. Çocukken de namaz kılanın seccadesinin önünden geçmez, arkasından dolanırdım mesela. Galiba orasını zaten o kişinin özel alanı, kutsalı olarak gördüğüm içinmiş.
Ama bu kez durum farklıydı. Bir kere deplasmanda değil, ev sahibiydik. Saz ‘bizim’ evde çalınıyordu. Söz konusu olan ‘kamusal’ bir malzemeydi; bir türkü. Oysa ‘biz’ o türküleri hep ve sadece kendi çevremizle söylemiştik. Bir ezberimiz vardı. Benimki o gün bozuldu. Mesela, meşhur Çökertme türküsünün, “Arkadaşım İbraam Çavuş Allah’ına emanet” nakaratını bir daha hiç “Arkadaşım İbraam Çavuş silahına emanet” diye söyleyemedim. ‘Biz’im dışımızda da ‘bir dünya’ varmış, anladım.
Devamı Cins Dergi Ocak sayısında..