MUSTAFA AKAR
Siyah Kartal’ın içine girdim ve teybe dokundum. O şarkı başladı; “Hani büklüm büklüm boynunda/Hani paramparça ruhunda/Hani soran gözlerle kapında/Bekleyen dargın anıların gibi…” Bir dal Lark çıkardım. Sigarayı dargın anılara uyguladım. Ağzımdan çıkan her dumanı bir kurşun gibi geçmişin koridorlarına doğrulttum. Şarjörümde 20 dal sigara vardı. Bitti. Yedek paketi çıkarttım. 20 kurşun daha. O ara dalmışım. Nihat, arabanın içindeki dumanı görmüş. Arabaya koşmuş. Kapıyı açamayınca camı kırmış. Ben o ara seni görüyordum rüyamda. Sürekli gülümsemesine gıcık olduğum Ferdi Özbeğen bizim marşımızı söylüyordu. Siyah Kartal uçuruma doğru kanatlarını açmış, uçuyordu. Saçlarını tarıyordun ve sebepsizce gülüyordun. Bok gibi bir kâbustu. Nihat’ın üst üste attığı şamarlarla uyandım.
Sevilmeden de sevmeyi
Bendeniz Nihat’la birlikte şehirde sevilen birisiyim. Her işe koşarız. Nihat 10 yaşında babasız kalmış. Anası desen babası ölünce hasta olmuş. Bir ay sonra o da gümlemiş. Babam sahip çıkmış bu haytaya. Komşunun oğludur yetimhanelere düşmesin demiş. Hani derler ya kardeş gibiydiler, diye. Halt etmişler, biz kardeşten de yakındık Nihat’la. Annem soylu kadındır, bana yedirmez bu Nihat’a yedirirdi. Analar, cennetin tapusunu elinde bulunduran varlıklardır. Bir kadın anne olduğu zaman ona lütfen dikkatlice bakın, eğer ince görürseniz bir cennet bahçesi yeşilliği sizi çağırır. Her göz göremez. Görenedir görene. Bu Nihat var ya, görenlerden biridir. Eh, bana da bu aile oyununda şımarıklık düştü anlayacağınız. Babamı da anamı da doğduklarına pişman ettim yıllarca. Nihat onları sakinleştirirdi. Allah dostu haylaz Nihat. Beni hep dengeledi. Babam kredi çekip sana dükkân açalım dediğinde ilk aklıma gelen şey tüpçülüktü. En sevdiğim iş. Sosyal bir defa. Geziyorsun, görüyorsun. Hem fiyakalı. Hem de tehdit edici. Üniversitenin kantinine tüp götürürdük. Ben arabayı sürer, Nihat taşırdı. Bir gün kantinde Fatoş’u gördüm. İşte o an dünyam değişti. Elinde bir dergi vardı ve ona fazlaca baktığımı anlayınca dergiyle yüzünü kapadı hemen. Derginin adı “Yarım Edebiyat.” Tüpü takarken dedim Nihat’a. “Oğlum bu anasını ablasını sevdiğimin dünyasında az önce gördüğüm şu esmer kız var ya”, “He, n’olmuş abi,” “Âşık oldum la ona ben.” “Abi yapma be, sen daha dün Fatma Girik’in gözlerinin mavisi gibi olmalı evleneceğim kızın gözlerinin rengi, dememiş miydin.” “O dünde kaldı.” “N’apcan peki abi,” “Nihat hazırlan, dergi çıkarıyoruz.” “Abi sen gazete bile okumazsın ki.” “Tamam la oğlum dergi işte, bizim kiradaki öğrencilere yazdırırız. Kızın okuduğu yarım mıydı neydi, biz daha iyisini yaparsak kızı da tavlarım la belki. ” “Adı ne abi?”, “Tam Edebiyat.”
Akşamına bizim öğrencilere söyledim işte. Para da veririz lan dedim. Onlar da dergide kim yazar kim çizer diye herkese söylemişler. Babamın bıyıklarından dolayı bizim kahveye Papaz’ın Yeri derler. O akşam da şehrin tiyatrocuları, radyocuları, konservatuar öğrencileri, muhterem solcuları, daima ayık İslamcıları, şüpheci ülkücüleri, hemen hepsi kahveyi doldurdu ve bizim kahvede oldu toplantı. Yazacak kişiler belirlendi. Babamla küskün olan amcam da geldi. Çocuğu olmamış amcamın. Oğulları gibi severlerdi beni yengemle. Amcam eski komünisttir. Babamla hiç anlaşamazlar. Ben doğduğumda babam kulağıma ezan, amcam enternasyonal marşı okunsun demiş. Başlamış hır gür. Babam bir ara yanıma yanaştı ve “O yavşak amcanı bulaştırma bu işlere” dedi ama dergiyi yine de amcam finanse etti. Babama söylemedim tabii. Tek ortalı, fotokopya, ama tam edebiyat. Parayı verdik bu bebelere, çıkardılar dergiyi. Ferdi Özbeğen’in Büklüm Büklüm’ünün sözlerini değiştirip Fatoş’a akrostiş yazdım ben de. Her gece Fatoş’un penceresine koştum, yolunu gözledim. Dergiyi herkesle yolladık. Bir gün karşısına çıktım. “Ben” dedim, “Edebiyatın yarımını yapanlara benzemem, tam edebiyat yaparım” dedim. Fatoş bağırdı çağırdı. “Sen kimsin” dedi. “Polis misin” dedi. Dedi de dedi. Bu Fatoş komünistmiş. Hay Allah’ım ya. Al başına başka dert. Gittim buldum Nihat’ı. “Gel dedim, la. Beni komünist yap”, “Abi o öyle üç günden beş güne olacak iş değil”. “Yap la yap” dedim. Haftasına babam öldü. Annem onun da haftasına kalpten. Nihat’la aynı kaderi paylaştık işte. Kader sana ne demeli kader. Fatoş’u vurdular bir gece.
Neyi özlediğini bilmeyi
Fatoş vurulduktan sonra ona hastanede ben baktım. Ailesi reddetmiş kızı. Bir abisi de dağa çıkmış. Kör olasıca adalet. Nihat getirdi götürdü ekmeğimizi. Amcam da polisle olan işleri halletti. Nasıl komünist la bunlar diye düşündüm o ara. Hem çatışıyorlar polisle, hem de her işlerini hallediyorlar. Yine de severim amcamı. Bıyıklarını paraşütlendirerek uzun uzun anlattığı Bolşevikleri falan anlamasam da dinlerim. Sonrasında eve getirdik Fatoş’u. O günlerde çok yakınlaştık. Tiyatro artistiymiş meğerse Fatoş. Nâzım Hikmet’in Kuvayi Milliye’sini oynarlarken bizim eski ülkücülerden biri buna kafayı takmış. Asena mı ne diyorlar, o ülkücünün kız arkadaşı, kaçak bir 7,65’le vurmuş Fatoş’u. Ağzına kadar dolu tüp arabamla ocaklarına dalar patlatırım onları dedim. Karışma sen, dedi Fatoş. Evlenelim dedim. Çocuklarımız olsun. Kahveyi ve tüpçüyü kapatırım dedim. Özel bir tiyatro açarız sana. Orada çocuklara eğitim verirsin dedim. Benim çevrem geniştir burada. Her belalı tanır beni. Korurlar bizi Fatoş dedim. Korkma sen. Eski ülkücüyüz ama senin için komünist oluruz dedim. Nihat da olur çok zorlarsam dedim. Sen dedi, temiz birisin dedi bana Fatoş. Hatta sert görünen kara halkımızın en romantik cengâverisin dedi. Kızarmış kulaklarla karabiberli pilavlar yaptım ona ben. Bana kitaplar okuttu Fatoş. Romanlar okuduk beraber. Çok sevdik birbirimizi. Çok sevdik. Onun için komünist oldum ağzını kırayım. Onun için her şey olurdum çok zorlasa ama bir gün kalktım Fatoş yok. Gitmiş. Kargacık burgacık bir mektup. Elimi duvarlara vura vura kırdım. Nihat kurtardı.
Acı da olsa yine gerçeği
Fatoş’un gittiği yaz kendimi dağlara vurdum. Eski bir kaçakçı tanırdım. Korsan kitap ve bilumum kaset, dergi satmak ve aklınıza gelebilecek her hinliği yaptıktan sonra aynasızlar tarafından yakalanmış, ilk velvelede kaçmış ve amcamın yayladaki evine sığınmıştı. Eski Tüfek geçmişleri onları birleştirirdi. Yayladaki evin etrafında başka ev yoktu ve inanılmaz bir çam ormanının tam ortasında haydutların sığınağı vazifesi görüyordu. O yazı yayladaki garip evde geçirdim. Yalnızlık sanatına çalıştığım günlerdi. Özellikle akşamları uzaklardan belli belirsiz artan ve çoğalan derelerin şırıltısını dinler, kuşların gecenin kollarına uzanarak yaydıkları sesleri eler ve kendi kederimin içine sığınıp kalırdım öyle saatlerce. Yalnızlık, küçük serçeler uçup gittikten sonra akmeşenin sessizliği gibi bir şeydi. Çam ağaçlarının likenleri düşerdi saçlarımın arasına ve ben boyuna Fatoş’u düşünürdüm. Bir Lark sigarası yakardım ve boyuna Fatoş’u düşünürdüm. Amcamın haydut arkadaşı sürekli ve bilmem kaçıncı defadır Ve Durgun Akardı Don’u okurken, sobanın yanına kurulur ve çaresizliklerimden artırdığım pişmanlıklarla ısınarak Fatoş’u düşünürdüm. Haydut Necip sürekli parlak geçmişinden bahseder; Karadeniz’den Rus gemilerine Nâzım Hikmet selamı çakıp nasıl sigara kaçırdıklarını, bir hayır derneği adına topladıkları çuval çuval fındığı tüccarlara nasıl okuttuklarını, Artvin’de bir özel tiyatroda oynadıkları Sultan Galiyef oyunundan topladıkları parayla nasıl bir tekne alıp Kırım’a kaçmayı düşündüklerini… anlatır dururdu ve ben Fatoş’u. Paslanmış Arçelik teybin ellerimden tutmasını ister gibi play tuşuna dokunurdum ve Ferdi Özbeğen Lark dumanının arasına salardı melodisini ve ben Fatoş’u. Dumanın her bir kıvrımından Fatoş bakardı bana. Kara saçları, kara elleri, kara geçmişi, boya tutmayan kirli tırnakları, beni vur kendini vur diyen şarkıları. Tutar kendimi o muğlak ormanın içine atardım. Koyunlar adam olurdu, kurtlar polis, ayılar casus… Her şeyden, herkesten, kendimden bile kaçıp bir mağara kovuğuna sığınırdım. Uçurumla kesişir Fatoş diye bağırırdım ama sen duymazdın, kör olasıca gözlerin görmezdi beni, görmezdin, göremezdin.
Görüp de söylemeyi bilmediysen
Düzeldim sonra. Karadeniz’i bilir misiniz? Hava diyelim güllük güneşlik. Bir anda çıkar fırtına. Kalırsın arada. Eğer çok çırpınırsan yorulursun. Çünkü dalgalar seni hep açığa açığa çekmek ister. Sabırlı olacaksın. Bekleyeceksin. Evde mayonez yapar gibi. Durduğun açıyı yavaş yavaş artıracaksın. Dalgaların içinden ve altına doğru yüzeceksin. Bir bakmışsın kıyıdasın.
Babamla annemin hatırası yüzünden bıraktım haytalığı. İyi yüzmeyi öğrendim ve karaya çıktım. Nihat da evlendi. Menzil’den bir kızla. O da sert tütüne ve kaçak çaya alıştı. Çok güzel bir adam oldu. Ben de evlendim. Annemin büyük teyzesinin torunu ile. Küçücükten beri yanıkmış bana. Her şey yolunda idi. Bir gün bir gazetede Fatoş’un fotosunu gördüm. Bir eylemde canlı bomba olmuş. O gün Siyah Kartal’ın içine girip intihar etmeyi düşündüm. Nihat kurtardı beni. Nihat hayatım boyunca kurtardı beni. Ben kurtarılamayacak kadar âşık biriyim Nihat, dedim. Sen buna hastalık dersin, ben buna hayat derim Nihat, dedim. Sen böyle düzgün olmasaydın, ben böyle eğri olmazdım Nihat, dedim. Hayatımı bekleyen dargın anılar gibi upuzun bir beklentisiz bekleyişin göbeğine oturtmazdım dedim.