11 yaşındayken İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı Çalgı Eğitimi bölümüne başlayan klasik kemençe üstadı Derya Türkan ile Klasik Türk Müziğinin Osmanlı’daki yeri, Batı’nın Türk Müziği’ne bakışı, ülkemizde sanata olan ilgi ve sanatçının her istediğini yapmakta özgür olup olmadığı üzerine konuştuk.
“İstanbul’un halk müziği nedir? Longalar, sirtolar, tavşancalar, köçekçeler bunların bir çalış tarzı, stili var. İstanbul’a ait. Nasıl bir Trabzon türküsünün bir çalış stili, ağzı varsa aynı şekilde İstanbul’un da bir halk müziği var. İşte kemençe de İstanbul’un halk müziği enstrümanı… 19. yüzyılın sonuna kadar.”
SÖYLEŞİ: RIDVAN TULUM
Klasik kemençeye, Osmanlı kemençesi ya da İstanbul kemençesi deniliyor. İstanbul kemençesi denilmesinin sebebi nedir? Öncelikle bunu sormak istiyorum. Çünkü Yunanistan’da da şehir kemençesi olarak anılıyor. Siz bu tabiri sık kullandığınız için öncelikle bunu sormak istiyorum. Tabir, bir şehir sosyolojisi mi içeriyor?
İstanbul kemençesi tabirini malumunuz ben getirdim. Nedeni de şuydu, Türkiye’de üç çeşit kemençe var. Bir tanesi Karadeniz kemençesi ki en çok bilineni… Kastamonu kemençesi var, en az bilineni… Ve İstanbul kemençesi, orta derecede bilineni… Çocukluğumdan beri bu sazla haşır neşir olan birisi olarak Türk insanının bu konudan uzak olduğunu, enstrümanı şeklen ve ismen bilmediğini ama ses olarak, aa evet, duymuştuk, dediğini ve benim Karadenizli olmamı beklediklerini gördüm. Dolayısıyla bir farkı olması gerekliydi.
Yunanistan’da bu tam tersi ama…
Evet, Yunanistan’da da kemençe ismi altında birçok enstrüman var. Lira ismi altında… Onlarda mesela benzer ve baskın olarak Girit kemençesi var. Hepsini Girit kemençesi olarak yazıyorlar ve söylüyorlar. Bir fark oluşturmak adına orada bizim çaldığımız kemençeye İstanbul kemençesi deniyor. Ben de bu ismi aynen getirdiğimde, aynen Türkçeye çevirdiğimde, bu sorunların ortadan kalktığını bir taraftan da insanların merak ettiğini gördüm.
Peki, İstanbul kemençesinin kökeni nedir? Kültürel olarak nereye dayanıyor?
Burası bir imparatorluk başkenti. Dolayısıyla kendi kültürüne, kendi şehirliliğine sahip. Hele de İstanbul, çok kültürlü bir şehir olduğu için, diğer şehirlerden çok daha farklı. Hatta bugün İstanbul, zamanında başkent olan diğer şehirlerle bile kültürel olarak arasındaki farkı açmıştır. Bunun sebeplerinden biri de bizimle birlikte gelen kültür dışında, Bizans kültürü, Ermeni ve Yahudi kültürünün de İstanbul’da var olması. Müzikal kısma gelirsek; bu kültür, kemençeyi de içine alır ama benim ona bu ismi koymamla bu kültür bahsinin hiçbir alakası yok. İstanbul kemençesi bir halk müziği enstrümanı aslında. Dolayısıyla İstanbul’da, sarayda ve klasik müziğin içinde kemençe yok. Ta ki Cemil Bey’e kadar… Cemil Bey’in hocası Vasilaki, Rum. Çok büyük bir adam. Hem icracı olarak hem bestekâr olarak. Çok saygı gören bir müzisyen. Yani diğer müzisyenlerin onun hakkında söylediği şeyler, Cemil Bey’in ona olan saygısı çok başka… Onun ne kadar önemli birisi olduğunu buradan anlıyoruz zaten. Ancak Cemil Bey’in icrasına kadar klasik müzik, dini müzik bölümlerinde kemençe yok. Yani çalınmıyor, tercih edilmiyor.
Cemil Bey’den önce ve hatta Cemil Bey’den sonra da kemençe aslında çok da merak edilen bir enstrüman değil. Cemil Bey döneminde, kemençe çalan, biraz önce bahsettiğim üzere, Vasilaki var ve halk müziği çalıyorlar. Vasilaki’nin icrası biraz daha klasik üslupta diye düşünüyoruz. Anastas, Sotiri, Baraşko Alekobacanos onların çalışlarında da biraz İstanbul’un halk müziği hissiyatını görebiliyorsunuz. İstanbul’un halk müziği nedir? Longalar, sirtolar, tavşancalar, köçekçeler bunların bir çalış tarzı, stili var. İstanbul’a ait. Nasıl bir Trabzon türküsünün bir çalış stili, ağzı varsa aynı şekilde İstanbul’un da bir halk müziği var. İşte kemençe de İstanbul’un halk müziği enstrümanı… 19. yüzyılın sonuna kadar.
Ama sarayla bir teması yok…
Sarayla çok büyük bir teması yok. Ama daha sonra, Cemil Bey’in icrasından sonra tabii sarayda da özellikle hanım sultanların ilgisini çekmiş.
Hocam daha önce söylediğiniz bir söz var; “Sanatı halka indirgememize gerek yok, bu bir yüksek sanat. Halkın anlayabileceği şeyler bizden de farklı olabilir. Bizim anlayacaklarımız onlardan da farklı olabilir.”
Tabii, aynen… Hâlâ aynısını düşünüyorum. Sanat meselesi sanat için yapılır. Kişilerin kendini tatmini için yapılır. Yoksa insanlar anlasın da şöyle yükselsin gibi misyonları olmaz sanatın. Sanatçı insanın bunları düşünmemesi lazım. Sanat halkın anlaması için değil; halkın kendini o seviyeye getirmesi lazım. Ha, buna devlet eliyle yardım edilir; orası ayrı.
Sokaktaki insanın, Dede Efendi’yi bilmek zorunluluğu var. Dinlemek zorunluluğu yok. Neşet Ertaş’ı bilmek zorunluluğu var, dinlemek zorunluluğu yok. Sabahattin Ali’yi, Nazım Hikmet’i, Necip Fazıl’ı bilmek zorunluluğu var. Bu insanları bilmeden olmaz. Ahmet Hamdi Tanpınar’ı bilmek zorundasın. Okudum ama çok da hoşuma gitmedi, diyebilirsin. Tamam. Ama bileceksin kim olduğunu. Dersin ki ben Nazım Hikmet’in bütün şiirlerini ezbere biliyorum. Baş üstüne, Nazım Hikmet benim canım ama Ahmet Haşim’i de bil! Ya da Necip Fazıl’a laf söyleme, bil tanı ne yapmış ne yapmamış. Bunları hep aşmak lazım. Dünyada bütün sıkıntıların başlangıcı ayrımcılık. Nerede bir sıkıntı varsa bilin ki o sıkıntının temeli ayrımcılık.
Buradan hareketle, Klasik Türk Müziği, bizim içimize işleyen, ruhta bir ilerleme bırakan bir şey ama ilgi alaka beklenilen ya da olması gereken kadar değil. Siz daha önce bir konuşmanızda da yakınmıştınız. Nusret Fatih Ali Kan Batılılar bilirken biz bir süre bilmedik. Birçok ismi bir süre bilmedik, araştırmadık.
Açıkçası Cumhuriyet döneminde artan Batılılaşma sevgisi, bizim Doğu ile ilişkimizi kesti. Türkiye bir Batı ülkesi olamaz. İmkânsız. Türkiye’nin, Türk insanının kafası, hissiyatı tamamen Doğulu. Hislerine göre tabii, mantalitesine göre değil. Burada çocuğu düşse Alman bakıp kafasını çevirir ama bizim insanımız yapamaz. Bize de o öğretildiğinden biz de yapamayız. İçimiz ağlar. O çocuk öyle büyüyecek. Biz de öyle büyüdük, bizim babalarımız da öyle büyüdü. Bunu kestiğin zaman bambaşka bir şey oluyor.
Biz ne diyoruz: Efendim benim babam dedemin yanında bacak bacak üstüne atmadı. Şimdi, bu ne manyaklık, olur mu öyle şey denemez. Ya kardeşim o başka bir şey. Alman’da da var, hayır, dedi mi bitti. Sen şimdi ona deli diyebilir misin? Adam diyor ki bu benim prensibim. E, onu kabul ediyorsun da bunu niye kabul etmiyorsun. Hep böyle bir kafa karışıklığı var, ne olduğunu bilemiyor. Annen kim, baban kim, atan kim… Bunu bilemiyor bir türlü bir yere de koyamıyor.
Daha tehlikeli bir durum var; bu meseleye ideolojik olarak sarılanlar da maalesef varoş. Ve bu varoş, ne hattın zevkinden, inceliğinden ne teşbihin nadideliğinden ne musikinin bilmem nesinden anlayabilecek kafada değil. Sadece, ‘bunu yapmamız lazım bu bizim ideolojimiz’ kafası var.
Batı’da birçok iş yaptınız, seminerler, konserler verdiniz. Verdiğiniz seminerlerde, derslerde, konserlerde Türk müziğine bakış nasıl?
Muhteşem. Bir düşünüyorum, neredeyse 22 yıl olmuş ben Kutsi Ergüner ile çalışmaya başlayalı. Onunla yurt dışına çıktım, Avrupa’da ilk konserimdi. Utrecht’te, 1994… Konser, saz eserleri ve gazel… Yani, iki ney, kemençe, kanun, tanbur ve rahmetli Yusuf Gebzeli, hafız. Ben tabii şaşırdım, çünkü biz böyle bir şey görmedik. Böyle bir şeyi hayal dahi edemiyoruz. Görmedik de hayal dahi edemiyoruz. Nasıl yani diyorum, ben. Biz şimdi çıkacağız, eşref semayı çalacağız. Evet, diyor. Peşrevleri dört hane mi çalacağız, diyorum. Evet, diyor. Abi dinlemezler ki, diyorum. Çünkü biz burada kovalanıyoruz. Kovalandık. İstemediler, kısa kesin falan dediler.
Türk müziği meselesi gazinolarda pespaye hale gelmiş. Tabii son dönemi söylüyorum, önceki dönemi değil. İşte, ’80 sonrası Türkiye’de büyük bir pespayeleşme oldu. Darbeyi yapanları sadece insanları öldürdükleri için değil, bunun için de suçlamak lazım. Kültürümüzde çok büyük yara bıraktı.
Velhasıl, biz o gün Utrecht’te bine yakın insana konser verdik. Kutsi Ergüner dedi ki, sen sıkılırsan onlar da sıkılır; sen sıkılmazsan onlar da sıkılmaz ve dinlerler. Ve dinlediler. Ayakta alkışladılar. Gazeller Osmanlı padişahlarının gazelleriydi. Onlardan seçilmişti. Ben ilk şokumu öyle yaşadım.
Hocam, Bekir Sıtkı Sezgin’in yıllar önce sorduğu soruyu, aynı bağlamında size de sormak istiyorum; sanatçı her istediğini yapabilir mi?
Bizim önümüze gelen sanatçı profili, deli, manyak, saçma sapan hareketler yapan, istediği gibi istediği yerde özgürce hareket edebilen, istediği lafı söyleyip sorumluluk almayan, arkasında da durmayabilir… Bize sunulan sanatçı profili buydu. Ana avrat söv, sonra, efendim çok büyük sanatçı ağzından öyle çıkıyor gibi, sanatın terbiyesizlikleri örten bir kalkan olarak kullanılması. Bunu Bekir Sıdkı Sezgin Hocama sordum. Efendim, siz ne düşünüyorsunuz, diye. O da dedi ki; tam tersi! Sanatçı insan hâl içinde olmalı. Çünkü o bir geliş, o bir akış, o akışa uygun davranmalı. Fıtrat olarak o tarz insanlar var. Kendiliğinden öyle insanlar var. O ayrı mesele. Genelde Batı’da var böyle şeyler. Ben o tarafını da açıklayacağım size…
Bak dedi hocam, sanatçı insan toplumun bir aynasıdır. Topluma yön vereceksin ama bunu misyon olarak yapmayacaksın. Bırak sanatçıyı, toplumun her kesiminden insanın duvarında asılı bir yazı vardır: “Edeb ya Hu!” Edep, her zaman edep. Sanatta, insanlıkta, çay içerken, yemek yerken, konuşurken, yürürken hatta uyurken bile hep hep hep hep edep edep edep edep… İlla edep.