Napolyon’un ve Hitler’in Moskova seferleri sırasında mağlup oldukları aslında “General Kış” değildi. Mağlup oldukları Tolstoy’un bisikletiydi.
1966’da bir konser sonrası üstüne fırladığı bir arabanın üzerinden “Kaç kişi canlı olduğunu biliyor?” diye kendinden geçercesine kalabalığa doğru bağıran Morrison ile 65 yaşında, sevgili küçük oğlu öldükten tam bir ay sonra, Moskova Bisiklet Sevenler Derneği’nin hediyesi olan bisiklete binmeyi öğrenen Tolstoy’un aynı davranışı sergilediğini söylemem biraz garip gelebilir. Tolstoy çiftliğinde saatlerce bisiklete binerken onu pencereden seyreden eşi Sonya’nın neler hissettiğini tahmin edebiliriz. Sevgili oğullarının acısına rağmen Tolstoy’un hayata tutunmaya çalışmasına öfkelendiği muhakkak. Fakat Tolstoy’un her pedal çevirmede acısını tazeleme amacı güttüğünü düşündüm hep. Hayata tutunmak değil, yasın yavaş anestezisinden acının sürekliliğine kaçmak gibiydi onun bisiklete binmeyi öğrenmesi. Çünkü öğrenmek, bilincin yaşam destek ünitesi gibidir. Kimse ruhu işkence altındayken bilincinin açık olmasını istemez. Morrison’un alkol ve uyuşturucunun, müziğin ve hayran kalabalığının örtemediği “kendi kaybının ya da kayboluşunun acısı”, onu çılgın ve marjinal eylemlere, canlı olduğunu hissetmek ve bu hissin acının sivri ucunu bilediğine inanmaya götürdü.
Ölümü karşılama şekli, nasıl yaşadığının bir sonucudur. İsfahan sokaklarında gezerken karşılaştığım iç bunaltıcı yas yorgunluğu, siyah bayraklar, ölü insanlara ait afişler (birçoğu İran-Irak savaşı zamanında kalma) takvimin hemen hemen her güne denk gelen bir matem günü ilk bakışta insan, acılarını taze tutmaya, hatıralarını korumaya ya da daha politik bir ifade ile ideolojik varoluşu desteklemeye yorabilir. Fakat bir süre sonra bunun uzun ve genel bir anestezi olduğunu, “siyah yorgunluğunun” yaşama dair ancak keskin acıların ortaya çıkarabileceği hakikatlerden uzaklaşma yöntemi olduğunu anlayabiliyorsunuz. Yıllar önce Anadolu’nun ücra bir kasabasında yaşı seksene dayanmış bir adamın evinde misafir olduğumda, adamın ve eşinin gündelik telaşlarını, ancak toprakla uğraşan insanlarda rastlayabileceğiniz neşelerine yaşları itibariye şaşırmış, sonra yetmiş sene önce ölen küçük oğullarına konu gelince sanki dün kaybetmişlercesine hüngür hüngür ağlamalarına daha da çok şaşırmıştım. Adam oğlunu defnettikten sonra yıllardır hale yola koyamadığı taşlı tarlasını düzenleyip sürdüğünü ve okuma yazma öğrendiğini söyleyince gözümün önünde çiftliğinde saatlerce bisiklet süren Tolstoy bir anda belirmişti. Ne bozkırın bir ucuna ilişmiş bu yaşlı çift ne de Yasnaya-Polyana’daki çiftliğinde karısı ile yas kavgası veren Tolstoy hayata tutunmaya veya oyalanarak acılarını unutmaya çalışıyordu. Hislerini canlı tutarak acının akrabalığına, ahbaplığına ve kaybın sürekliliğine taliptiler. Bu ancak kavuşma beklentisi ile izah edilebilir ve kendi benliğine, şahsiyetine kavuşma umudu olmayan, intikalin ebediyete değil yokluğa doğru olduğuna ikna olan Morrison ise canına kıydı. Pers matemine gelince, o edilgenliğin bir anlatımı olarak devam ediyor. O bir boyama biçimi. Fakat Anadolu’da yüzyıllarca süren varlık mücadelesinin de bir sonucu olarak ölüm yaşamın bir antagonisti değil. Ölülerimiz yaşamımıza adına matem denilen bir sahne üzerinden dahil olmuyorlar. Acının en şiddetli halini göze alarak ölümü, bir süreksizlik olarak değil, akışın bir parçası olarak alıyoruz.
Devamı Cins Ağustos 2018 sayısında…