Modern Arnavut edebiyatının en kuvvetli kalemlerinden Kim Mehmeti ile önemli bir söyleşi gerçekleştirdik. Arnavut kimliğinden edebiyat ve kültürüne, Kim Mehmeti’nin poetikasından Türkçeye çevrilen ilk eseri olan Üsküp Dilencileri’ne uzanan geniş bir yelpazede gerçekleştirdiğimiz bu söyleşinin her satırını dikkatle okuyacağınızı düşünüyoruz.
SÖYLEŞİ: AYHAN DEMİR
Hayatın ne geçmişte andığımız anlardan, ne de gelecekte olmasını umduğumuz anlardan ibaret olmadığını daha gençlik yıllarında anlamıştım. Hayat, biz henüz tadına varamadan geçmiş olan ve bir anda gelecek ile ilgili hayallerimizin de yer aldığı anılar kitabında yerini alan, yaşadığımız andır. Çoğu kez bugün değil de gelip geçen zaman yaşanıyormuş gibi hissediyorum. Bu yüzden, benim eserlerimde, zaman anlam kazanmaz. Sanırım olaylar ve onların yaşandığı yerler, somut olmasaydı zamanın da bir anlamı olmayacaktı ve onu hiçbir şekilde betimleyemeyecektik. Hatta günler, haftalar, yıllar, yüzyıllar olaylarla ve boşluklarla birbirine bağlıdır.
Türklerle tarihi, dini ve kültürel yakınlık; Arnavut kimliğine ne denli yansımıştır?
Benim halkım ve Türk halkı, yüzyıllar boyunca aynı imparatorlukta bir arada yaşadılar. Sanat dâhil hayatın her alanından iki toplum arasında alış veriş olması tabiidir. Aynı düzende yaşanmış bir geçmiş, bizi, “baklavanın” ötesine geçen ve yaşamın kendisi ile bağlantısı olan ortak bir noktada buluşturdu. Nihayetinde, Arnavutların çoğu, Osmanlıların getirdiği İslam dinini kucakladılar. Ölünce bedenimize sarılan kefen ve erkek çocuğunu sünnet ettirme yükümlülüğü, bizi birbirimize bağlamaktadır.
Bırakın beş asır yaşamayı, bir insan bir başkasıyla, beş gün bile yaşasa birbirlerinden etkilenir. Hiçbir şey almasalar bile, ikisi de, kendileri hakkındaki gerçekleri birbirine anlatır. Benim toplumum, Türk toplumunun da dâhil olduğu ve ortak yaşam sürdürdüğü başka toplumlardan değerler almış ve kendi benliğine kazandırmıştır. Bundan dolayı ne kendimi kötü hissediyorum, ne de utanç duyuyorum.
Bugün “Batı medeniyeti” ile “Doğu medeniyeti” arasında sessiz bir savaş var. Aynı şekilde, başkalarının bizden “çaldığını” ama bizim başkalarından asla bir şey almadığımızı kanıtlamak isteyen sessiz bir savaş daha var.
Kendi benliğini “Avrupa kimliğine” yaslayan kişilerden olmadığım için kendimle gurur duyuyorum. Beni, bu dünyanın dört bir yanından kültürlerin harmanlandığı, Arnavut portresi çerçevesinde değerlendirmeleri yetiyor.
Eğer “Avrupa kimliği” yalnızca Hristiyanlığın takdir ölçekleri ve bu medeniyetin ima ettiği tüm ölçekler aracılığıyla kolektif “ağırlık” anlamına geliyorsa, bu tanım benim Arnavut olarak kimliğimi yansıtmıyor. Benim kimliğimin bir parçası da İslam dininin mensubu oluşumdur. Batı’nın kültürel değerlerinin korunmasının, ancak doğudan aldığımız her şeyi dışlayarak gerçekleşeceğini düşünenleri anlamıyorum.
Bir söyleşinizde “Türkiye’nin Arnavutlara karşı sevgisi arttıkça bazı çevrelerin Türkiye karşıtlığı o derece vahşileşiyor.” demiştiniz. Türkiye’nin Arnavut coğrafyasına ve Balkanlara yönelik politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Neo-Osmanlı politikalar izlediği yönündeki eleştiriler hakkında ne diyorsunuz?
“Neo-Osmanlıcık tehlikesi” tezini ortaya atanlar, Türk ve İslam karşıtlarıdır. Bunlar, gençlerini bir mal gibi ortaya koyan devlet adamlarına karşı ses çıkarmaya cesaretleri olmayan ve kendi gençliği için özen göstermeyen bir milletin, başkalarının değil, sadece kendilerinin tehdidi altında olduğunu unutan insanlardır.
Ben Türkiye’deyken, “Arnavut’um!” demek cesaretimizin olmadığı zamanları hatırlıyorum. Bildiğim kadarıyla Türkiye, daha önce hiç bu son zamanlarda olduğu kadar Arnavut taraftarı olmamıştı. Bu yüzden Balkanlarda bazı kesimlerin Türk karşıtı olması tuhafıma gidiyor. Kendimce yaptığım çıkarım, onların, Türk gücünden ve onun İslam dünyasının lideri olmasından irrite olduklarıdır. Aslında onlar, Osmanlı karşıtlığını dile getirerek, İslam karşıtlıklarını gizliyorlar. Onları, Sırp ya da Yunan dövdüğünde bile dönüp Türkiye’ye hakaret ediyorlar.
Bugün dünyayı yalancılar ve medya illüzyonistleri yönetirken, bir toplumun veya bir dinin mensuplarını, dünyanın en aptal ve kötü kesimi gibi göstermek çok kolaydır. Bu amaca ulaşmak için medyanın, en ahlaksız insanları, her gün televizyona çıkarması ya da bir dine mensup olanların yaptığı hataları rapor etmesi yeterli oluyor. Toplumların bölünmesini amaçlayanlar, bu şekilde çalışıyorlar.
ARNAVUTÇADAKİ TÜRKÇE
Arnavut ve Türk halklarını, sanatsal ve edebi sahada, yeniden yakınlaştırmak için neler yapılabilir?
Öncelikle Türkiye, ülkesinde yaşayan, birkaç milyon Arnavut’un etnik kökleriyle temasını kaybetmemeleri için elinden geleni yapmalıdır. Onlar ve onların etnik kökenleri, kültürel miras anlamında Türkiye’ye zarar değil, yalnızca zenginlik katar. Türkiye’deki Arnavutların gücü ve sağlamlığı, onların kendi köklerine olan bağlılıklarından geçer. Türkiye’deki Arnavut kökenli vatandaşların kendi dillerini bilmeleri, kendi edebiyatlarını okumaları, kendi geleneklerini korumaları her zaman Türkiye’nin faydasına olacak olan bir durumdur. Ayrıca Arnavut gençlerin, Türkiye arşivlerinde duran ve Arnavut toplumunun gerçeklerini barındıran belgelere nüfuz edebilmeleri adına, Türkçe ve Osmanlıca öğrenmeleri için yatırım yapmamız gerekiyor. Arnavutlar, Osmanlı İmparatorluğunda geçen beş asrı tarihte bırakmamalılar. Eskiden olduğu gibi açık bir şekilde günümüze yansıtmalılar.
Türkiye, Osmanlı mirasını korumakla çok iyi bir şey yapıyor. Ancak geçmişten birçok kitap yayımlamak yerine ne zaman ve hangi bölgede yaşadıkları bile bilinmeyen “köy hafızlarına” yatırım yapmasının iyi olmadığını düşünüyorum. Türkiye, yakın geleceğimizin daha fazla anlam kazanmasını sağlayacak, beş asırlık ortak geçmişimize üzerine daha fazla eğilmelidir.
Arnavut edebiyatçı İsmail Kadare, bir röportajda kendisine yöneltilen, “Türkçenin, Arnavutça üzerindeki etkisi neydi?” sorusuna şu cevabı veriyor: “Neredeyse hiç. İdari kelimeler veya kebap, kafe, çarşı gibi yemek pişirme sözcükleri hariç. Bana dilleriyle ilgili problemleri olduğunu söyleyen Türk yazarlarla tanıştım.” Buna karşılık Tahir N. Dizdari, Arnavutçadaki Şark Kökenli Kelimeler Sözlüğü’nde, şöyle söylüyor: “Birkaç kelime hariç 4 bin 406 alıntı, Arnavutçaya Türkçe vasıtasıyla alınmıştır.” Arnavutçada Türkçe kökenli kelimeler olması, kötü bir şey mi?
Bir Arnavut için, doğal bir şekilde, Arnavut dilinin benliğine aldığı başka dillerden kelimelere ya da Türkizmalara sahip olması kötü, utanılacak bir şey değildir. Aksine kötü ve utanç verici olan kendi dillinden utanması ve entelektüel kimliğini “mazhorancë (çoğunluk), minorancë (azınlık), suprajz (sürpriz), suport (destek), gusto (tat)…” gibi yabancı dilden gelen kelimelerle, , kendi öz dilini zenginleştirmeye çalışmasıdır. Asıl utanç verici olan bazı kelimelerin, örneğin Türkizmaların, insanı cahil gösterdiğini ve bazı kelimelerin de insanı medeni ve akıllı bir birey gibi gösterdiğini düşünmektir.
Dil uzmanı değilim ama üretken bir insan olarak bildiğim bir şey var ki, o da dillerin sürekli alışveriş hâlinde olan, başka dillerden ödünçleme yaparak zenginleşen canlı bir mekanizma olduğudur. Arnavutçanın, Osmanlı İmparatorluğu döneminde beraber yaşanılan o süreçte, bugün bile kullanılan kelimeler ödünç alınmamış olması imkânsızdır. Aynı şekilde, başka komşu devletlerden de kelimeler almışlığı veya aynı çatı altında yaşadığı toplumlara vermişliği vardır.
Başkaları kendi annelerinin dilleri ile ilgili ne düşünüyor, nasıl hissediyorlar bilmiyorum ama annemin dili bana hem yetiyor hem de hoşuma gidiyor. Birkaç Slav dilinde yazan ve yayın yapan biri olarak, her dilin kendine has bir güzelliğe sahip olduğunu biliyorum. Hatta dillerin insanı, okurken başka yazarken başka hissettiren kendi “tarzları” vardır.
MEDYA SUÇA HİZMET EDER HÂLE GELMİŞKEN, GAZETECİ OLMADIĞIM İÇİN PİŞMAN DEĞİLİM
Çeşitli gazete ve televizyonlarda, yazarlık ve yöneticilik yaptınız. Buna rağmen kendinizi gazeteci olarak nitelendirmiyorsunuz. Neden?
Gazeteci değilim. Gazeteci olmayı çok arzuladım ancak bunu başaramadım. Futbolu bilen ve seven ama sahaya çıktığında oyunu mahvedenlerdenim. Belki de gazeteciliğin ilk kuralının “gerçeklik”, eser yazmanın ilk kuralının ise “hayal gücü” olmasından dolayı başaramadım. Ama gazeteciliği severim. O işten anladığımı da söylemek isterim.
Gazeteciliğin ve eser yazmanın lügatı aynı değildir. Özellikle günümüzde gazetecilik, haberciliğin kullandığı kelimeleri kullanarak gerçeği açıklamayı değil, onu değiştirmeyi amaçlamaktadır. Örneğin, gençlik yıllarımda, medya “işgal altındaki Filistin topraklarına yaşanan savaş” hakkında rapor veriyordu. Bugün ise “İsrail-Filistin çatışması” hakkında bilgi veriyor. Böylece işgalciyi ve vatanını koruyanı eşit kefeye koydular. Bir zamanlar medya, “İsrail işgal kuvvetleri birçok masum Filistinliyi öldürdü” diyordu. Bugün ise Filistinli protestocular ve İsrail polisi arasında çıkan çatışmalarda ölenlerin olduğunu söylüyorlar. Yani devlet suçu ile mağduriyet birbirine eşitleniyor.
Medya lügatı suça hizmet eder hâle gelmişken, başkalarının acılarına kayıtsız kalmamız ve katil ile mağduru birbirinden ayırmamamız için elinden geleni yapmayı amaçlamışken, gazeteci olmadığım için hiç pişman değilim. Gerçeği saptıran ve acı gerçekleri gizleyen, bilgi verici kelime haznesine ihtiyaç duymadığım ve kimsenin kullandığım kelimelerin anlamını belirleyemeyeceği, eser yazma işini yaptığım için de çok mutluyum. Ancak unutmamak gerekir ki, katillerin kimliğini gizlemeye yetecek, bir örtü yoktur.
Arnavutlar, milliyetçi damarı kuvvetli insanlar olarak bilinirler. Siz de kendinizi “pozitif milliyetçi” olarak tanımlıyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Milliyetçilik, hiç kimseyi küçük görmeden ve kimseden nefret etmeden, kendi halkını seven ve halkının değerlerini koruyan biriyse, o zaman ben milliyetçi biriydim ve böyle kalmaya devam edeceğim. Milliyetçi olmak, benliğin ve diğer insanlarla barış içerisinde yaşayarak bulunduğun, Arnavut kimliğin içinde kendini iyi hissetmek demekse, o zaman ben Arnavutlara ait her şeyi gururla taşıyan bir milliyetçiyim ve bu şekilde kalmaya devam edeceğim.
Vatanseverlik ve milliyetçilik söz konusu olduğunda bunları, bu dünyanın bütün dinleri için yüreklerini adamış olan ve insanlığın bütün insani taraflarını net bir şekilde tanımlayan bir pusula olan Arnavutlar tarafından sürdürüldüğünü unutmamak gerekir.
Mağlup olan toplumlar, topraklarını ve savaşları kaybedenler değil, kendilerine karşı duyarsız olan ve kendi geçmişleri ile vatanlarına olan sevgilerini yitirmiş olan toplumlardır. Asıl kaybedenler, daha konforlu bir gelecek için, kendilerini feda edenlerin mezarlarını ve onların çekmiş oldukları acıları unutanlardır. Bugün birçok kişi, Çamerya trajedisinde olduğu gibi, Arnavutların geçmişini unutması için elinden geleni yapıyor. Ancak bu şekilde yaşayan Arnavutların, Çamerya’yı unutabileceklerini biliyorlar.
ACILARDAN İLHAM ALMIYORUM
İlk eserlerinizi Hırvatça ve Makedonca dillerinde kaleme aldınız. Daha sonra sadece Arnavutça eser vermeye başladınız. Bu kararınızın sebebi nedir?
Evet, hem Hırvatça hem de Makedonca yazdım ve yayımladım. Çünkü bu dillerde eğitim aldım ve anadilime dönmek için zamana ihtiyacım vardı. Şimdilerde sadece Arnavutça yazıyorum. Çünkü eserlerimi o dillerde yazmak için ne vaktim, ne de enerjim var. Ayrıca bir esere hayat vermek için ve o eser hak ediyorsa başka dile çevrilmesi için ben bir yazarın sadece ana dilinin ona yettiğini düşünüyorum.
Yalnızca onları yeniden yazmayı düşünüyorum. Eserlerimin hiç çevirisini yapmadım, Makedonca dilinde yeniden yazdım. Bu yüzden eserlerimi her iki dilde de okuyanlardan, eserlerimin kulağa farklı geldiğini duyuyorum. Belki de sadece iki dilli olan biz yazarların bildiği bir şey var ki, o da, dilin insanı çekip götürdüğü ve düşüncelerin gitmesi gereken yerden farklı bir yöne doğru gittiği anlar vardır.
Prof. Dr. İsmail Kara, “İlham, sanatkâr için güvenilir bir bilgi kaynağıdır” diyor. Eserlerinizi kaleme alırken ilhama kulak veriyor musunuz?
İnsanı yazmaya iten, hayal gücünün “motorlarını” çalıştıran, ilham yakıtıdır. İlhamın nasıl geldiğini, nereden geldiğini ve bunu kâğıda dökebilmeyi bilmek; hayal gücünüzün neyi ürettiğini kamuoyuna açıklama istediğinizle aynıdır. Daha net ifade etmem gerekirse; bu tamamen bir eserin nasıl doğduğunu ifade edebilme olayıdır.
Bu soruya, odun iken alevler içinde yanan kül misaliyle de cevap verebilirim. Aslında bu içten gelen ihtiyacı açıklamak imkânsızdır. Tıpkı, muhtemelen hayatın kendi içinde var olan açlıktan başka bir şey olmayan, tutkumuzu açıklayamayacağımız gibi…
Bu soru, grip olan bir kişiye neden başının ağrıdığını ya da baş ağrısını karın ağrısı ile değiştirmeyi tercih edip etmeyeceğini sormak gibi bir şey. Bu baş ağrısı, tesadüfen aklıma gelmedi. Ben senelerdir ilhamı ve yazı yazma ihtiyacını bir hastalık olarak görüyorum. Ama bir gerçek var ki bu hastalıktan ne kurtulmak istiyorum, ne de onun için bir ilaç arıyorum. Ayrıca bu hastalığın iyileşmemesinden ve onu tedavi edecek bir ilacın var olmamasından dolayı da gayet memnunum.
Çoğu kez bu hastalığı betimlemeyi denedim ama hiç başaramadım. Çok iyi biliyorum ki, bu hastalık, kendini belli etmeden geliyor ve kendimle barış içinde yaşarken tüm bedenimi kaplıyor. Yaşadığı acılardan ilham alan sanatçılardan değilim. Aksine her şey sessizken, iyiyken ve hayatın dalgalanmalarını yaşamıyorken yazıyorum. Bu içgüdünün çok okumaktan ve benim de okumak isteyeceğim bir kitap yazma isteğinden geldiğini düşünüyorum.
ESERLER DUYGULARLA ÖLÇÜLÜR
Büyük edebiyat için büyük konulara, ağır ve ağdalı ifadelere gerek var mıdır?
Okuyucuyu etkileyecek konuların ve baş döndürücü ifadelerin neler olabileceğini bilmiyorum. Ancak büyük eserler yazılmak istenilse de konuların ve ifadelerin ısmarlama bir şekilde gelmediğini iyi biliyorum.
Yazarın eser üzerinde değil eserin yazar üzerinde yaşadığına inanıyorum. Aksi olsaydı, sanat da diğer şeyler de hammaddesi önceden belirlenmiş bir kavram gibi zanaat olurdu. Yani bir eser değil, broşür olurdu.
Bir eser yazmak, kavram değil, ilhamdır. Bu öyle bir hastalık ki, etraftaki herkes yazmaya değmeyeceğini söylese bile, yazarı yazmaya iter. Bu yüzden “küçük ve değersiz eser yoktur” denir. Her şey bir yana, eserler, onları yazan ve okuyacak olan insanlar için büyük ve değerlidirler.
Önemli eserler, içindeki ciddi konularla veya ağır ifadelerle değil, okuyucuda bıraktığı duygularla ölçülebilirler. Edebi eserler, okurları ile ıssız gölde yelken açan bir tekne gibidir. Her şey, teknenin nasıl büyüleyici ve süslü olduğu ile ilgili değil, okuyucuyu büyüleyen ve içine çeken “manzaralar” ile ilgilidir. Her şey okuyucunun sizi uzaktan ve derinden görmesine ne kadar izin verdiğinize, hatta her gün ona baksa da asla fark etmemesine dayanıyor.
Hikâyelerinizde iki ana vektör göze çarpıyor: Zaman ve mekân. Eserlerinizi cazip hâle getiren sırrın burada olduğunu söyleyebilir miyiz?
Hayatın ne geçmişte andığımız anlardan, ne de gelecekte olmasını umduğumuz anlardan ibaret olmadığını daha gençlik yıllarında anlamıştım. Hayat, biz henüz tadına varamadan geçmiş olan ve bir anda gelecek ile ilgili hayallerimizin de yer aldığı anılar kitabında yerini alan, yaşadığımız andır. Çoğu kez bugün değil de gelip geçen zaman yaşanıyormuş gibi hissediyorum. Bu yüzden, benim eserlerimde, zaman anlam kazanmaz. Sanırım olaylar ve onların yaşandığı yerler, somut olmasaydı zamanın da bir anlamı olmayacaktı ve onu hiçbir şekilde betimleyemeyecektik. Hatta günler, haftalar, yıllar, yüzyıllar olaylarla ve boşluklarla birbirine bağlıdır.
Eserlerinizde paragraf göremiyoruz. Bu tercihin sebebi nedir?
Bu planlayarak değil tamamen gelişigüzel yaptığım bir şeydir. Hatta ben de, kendimin bu paragrafları reddedişi konusunda düşünmüşümdür. Belki, hayatın kendisi de parçalardan oluştuğu ama aralarda büyük duraklamalar olmadığı için olabilir. Bu durum eğer böyleyse, o zaman ben neden anlatılarımdaki hikâyeleri paragraflara ayırayım ki?..
ÜSKÜP DİLENCİLERİ
Türkçeye tercüme edilen ilk eseriniz olan Üsküp Dilencileri’nde, Arnavut coğrafyasının yakın geçmişine dair birçok detayı ince ince işlediğinizi görüyoruz. Bu eseri kaleme alırken, kişisel tecrübelerinizden beslendiğiniz de anlaşılıyor.
“Birlik ve kardeşlik” sloganları arasında büyüyen ve NATO ile Varşova Paktı arasında denge kurmak için birleşmiş olan “bağımsız ülkeler” arasındaki uyumu içeren Yugoslavya sosyalizminin çocuğuyum. Erkeklerin “küfürbaz” olmak için ellerinden geleni yaptıkları, kadınların ise okumayıp ev kadını olması için tüm imkânların sağlandığı bir toplulukta büyüdüm. Ait olduğum etnik köken ve İslam dini sebebi ile kendimizi aşağılık hissetmemiz için her şeyin yapıldığı bir toplumda büyüdüm. Ve şimdiki ben oldum.
Tüm bunlar, üzerimde kaçınılmaz izler bıraktı. Bu yüzden eserlerimde kaderimle bağlantılı olan kişisel tecrübelerimin yer almadığını söyleyemem. Biz Yugoslavya Arnavutları olarak, Slav halkları ile etrafımız çevriliyken, aslında kendi yalnızlığımızı yaşıyorduk. Ben de bir gün Arnavutça eğitim alıp, Arnavutça okuyup, Arnavutça hayal kuracağımıza dair hayaller kurarak, kendi yalnızlığımı dolu dolu yaşadım. Çok iyi bilinir ki, yalnızlıkla ancak güçlü olanlar baş edebilir. Yalnız yaşadığında, insan gerçeklikten yoksundur. Sahip olmadığı şeyler için gerçek olmayan düşünceler besler.
Dilenciler, genellikle, toplumun hor görülen kesimidir. Sizin romanınızda ise farklı bir misyonları var. Sizce, dilenciler toplumda nasıl bir yer tutuyor?
Çocukken dilencilerin insanlar arasında neler olup bittiğini en güvenilir şekilde bildiren, hükümdarın habercileri olduğunu duymuştum. Ya da tam tersine, olacak kötü şeyler hakkında halka önceden bilgi verdiklerini. Daha sonraki yıllarda eski sosyalist Yugoslavya’da isyancılar konusunda tedbirler alınması için rejimin dilencileri haberci olarak kullandığından bahsedilirdi.
Üsküp Dilencileri romanında okuduğunuz olayların temeli de aslında buna dayalıdır. Romanın kurgusu bir dilenci kardeşliği düzeni ile alakalıdır. Aynı zamanda Üsküp ve ilçelerinde yüzyıllar boyunca gerçekleşen gerçek olaylar da yer almaktadır.
Böylece evrensel bir gerçeği ortaya çıkarmak isteyen, rejimleri çökerten ve sürdüren bu kardeşliğin eylemlerini bir kurgu hâline getirdim. Evrensel gerçek şudur: Rejimler, yalnızca onlara hizmet eden ya da onlardan dilenen dilenciler olduğu için vardır, var olmaya devam etmektedir. Aslında hepimiz birer dilenciyiz, kendi yöntemlerimiz ile dileniyoruz.
Teşekkür: Söyleşinin gerçekleşmesindeki katkıları sebebiyle Ece Dillioğlu ve Tolga Dillioğlu’na teşekkür ederiz.