SEZAi KARAKOÇ’UN YAZISI, ŞİİRİ VE HAYATI ARASINDA ASLA BİR TENAKUZ YOKTU

TAKDİM: “Herkes İçine Baksın” ve “İnsan Makamı” kitaplarının yazarı; editör ve yayın danışmanı Saadettin Acar ile Sezai Karakoç’la tanışma serüvenini, yakın bir şahitlik olarak Sezai Karakoç izlenimlerini Cins için konuştuk.

Sezai Karakoç ile tanıştığınızda gençtiniz, bir genç olarak size nasıl bir üslup ve tavırla mukabele etti? 

Üstad Sezai Karakoç ile ilk görüşmem bir telefon görüşmesiydi. Onunla ilgili bir yazı yazmıştım 1997 yılında. O zaman gençliğin verdiği heyecanla, biraz da yazımızın yankısını görmek maksadıyla Diriliş Yayınlarını aradım ve Sezai Karakoç’u ziyaret etmek istediğimi söyledim. Karşımdaki ses olgun, hatta yaşlı diyebileceğim, yorgun bir sesti. Ben kendimi tanıttım ve gelmek istediğimi söyledim. Bana yayınevini tarif etti, o zaman Cağaloğlu’nda, Derin Han’daydı. Geleceksiniz, tramvayda Çemberlitaş ya da Sultanahmet durağında ineceksiniz, dedi. Çemberlitaş’ta inerseniz biraz ileri yürümeniz, Sultanahmet’te inerseniz biraz geri yürümeniz gerekecek, diye devam etti. Gayet ayrıntılı bir şekilde anlattı. Oradan Nurosmaniye caddesine geleceksiniz, Cezeri camii var köşede diye tarif etti. Ben oraya gittiğimde anladım ki telefonda konuştuğum kişi Sezai Karakoç’muş. Yani ilk görüşmem bir telefon görüşmesi ile oldu. İlk gittiğimde o heyecanla, biraz da yeniyetmeliğin verdiği coşkuyla yazımdan söz ettim. 22-23 yaşlarındaydım. İlk kez matbu olarak bir yazım yayınlanmıştı, Vakit gazetesinin kültür sanat köşesinde. Onu da merhum Ahmet Kekeç ağabey yayınlamıştı, elimdeki notları görüp, bunlar yayınlanmaya değer notlar demişti. Yazının başlığı: Suskun ve Kırgın bir Filozof’tu. Meğer Üstad yazıyı görmüş, okumuş. Kendisi hakkında çıkan yazıları arkadaşlar bir şekilde ona iletirmiş. Yazını gördüm, samimi bir yazı, dedi. Ama ne suskunum ne de kırgın dedi. Şu kadar kitap yayınladım, külliyatım orada duruyor. Kimseye kırgın da değilim, burada duruyorum, kapım açık. Öyle bir muhabbet. Sonra buraya gelebilir miyim diye sordum. Burası sizin evinizdir, siz diriliş neslisiniz, buraya gelip gideceksiniz, dedi. O dokunuştur benim Üstad ile ilk temasım. Sonra Monna Rosa yayınlandığında yine gittim.

BURADA OLUP BİTENLER HAYATTA OLDUĞUMUZ SÜRECE BURADA KALACAK 

Monna Rosa hakkında konuşmuş muydunuz?

Monna Rosa 1951’de parça parça yayınlanmış tabii ama kitaplaşması yaklaşık yarım asır sonra oldu, 1998’de. O aralar bir daha gittim ziyarete, yayınlanmasının üzerinden kısa bir süre geçmişti. Ve evet orada bazı sorular sordum, hatta epey de haddimi aştım. Mesela “Akrostişi neden bozmuşsunuz?” gibi tuhaf sorular sordum. Geyve yerine neden Gülce yazdınız diye sordum. Sonra o da güzel güzel cevaplar verdi. Benim şiirim budur dedi. Neden bu kadar yıl sonra yayınladınız diye sordum, “şiir benim olmaktan çıkıyordu, ben de artık ona müdahale etmek istedim” dedi. Ben döndüm bu ziyareti not aldım. Ahmet Kekeç ağabey -Allah rahmet eylesin- notlarımı gördü, bunu yayınlayalım dedi. Olur dedim, sonra bu notlarım “Üstad Karakoç’la Birkaç Saat” başlığıyla kültür sanat sayfasının manşetinde yayınlandı. Ben telefonlara bakıyordum gazetede, o gün ömrümün en şöhretli günüydü. Arıyorlar ben karşılıyorum telefonları. Röportaj değildi ama soru cevap şeklinde bölümler olduğu için öyle anlaşılmıştı. Birçok gazeteden arayanlar oldu, “Ya Saadettin Bey ile görüşsek, Sezai Bey ile bize bir röportaj ayarlasa” gibi istekler geliyordu. İlginç birkaç gün geçirdim. Yaklaşık bir yıl sonra Diriliş’e yeniden gittim. Üstad’ı biraz sinirli ve keyifsiz gördüm. Ne Acar’dı dedi, efendim Saadettin dedim. Mardin neresiydi dedi, efendim Nusaybinliyiz ama Kızıltepe’de oturuyoruz dedim. Birden “sen dürüst değilsin, buraya bizi seven Anadolulu bir genç olarak geldin, bu sohbeti de bizimle röportaj yapmış gibi gazetelerde yayınladın” dedi. Şok geçirdim adeta. Uzun bir bahistir burası. Üzüldüm, gayri ihtiyari gözümden yaşlar akmaya başladı, ikna etmeye çalıştım. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Kendimi ifade etmeye çalıştım. Tabi sonradan öğreneceğim Üstad’ın gazetelere konuşmadığını, röportaj vermediğini. Aslında bana o günkü ilgiden de kuşkulandım gerçekten. Ama tabii ben bu prensiplerini bilmiyorum. Gözyaşlarım akıyor bir taraftan “Efendim sizi üzmek istemem, bunu bilmiyordum yemin ederim” dedim. Çok merhametliydi Üstad. Samimi olduğumu görünce beni yatıştırmaya çalıştı. Sonra o gün bir şey söyledi ve ben onunla ilişkilerimde bunu korudum hayatım boyunca. “Burada olup bitenler biz hayatta olduğumuz sürece burada kalacak. Biz istesek konuşuruz, röportaj veririz.” dedi. Gönlümü aldı ve beni gönderdi. Tabi o konuşma gündem olmuştu, yarım asırdır efsane gibi dolaşan bir şiir hakkında ilk ağızdan bir şeyler yazmıştım. Önemli bir şey yapmıştım. Ama tamamen cahil cesaretiyle. O tarihten itibaren Üstad ile irtibatımı hiç koparmadım. Ziyaret ettim, gidemediğimde hep aradım, sordum. Gittikçe de şairliği ve mütefekkirliğinin yanında daha çok insani yanı ağır basan bir şahsiyet olarak hayatıma girdi. Tabii ki sanatıyla, şiirleriyle de hemhaldik ama her gidişimizde her konuşmamızda insanı sarıp sarmalayan şahsiyeti ve şiirini de fikrini de besleyen, destekleyen, onlarla tutarlılık arz eden ahlaki duruşuna şahit oldum. Bu, Sezai Karakoç’la ilişkilerimde benim için en önemli başlık oldu her zaman. 

Karakoç dediğimiz zaman hepimizin aklına da bir bütünlük geliyor. Şair hali, mütefekkir hali, kul hali…

Ben onu tanıdığım günden bugüne kadar tüm şiirlerini de fikirlerini de hep bu şahsiyetin şemsiyesi altında okumaya çalıştım. Evet, çok büyük bir şiir yazdı. 1950’lerin o büyük isimlerinin, bugünü de etkileyen o büyük büyük şairlerin arasında kendi şiirini kurdu. Ece Ayhan’ın, İlhan Berk’in, Turgut Uyar’ın, Ülkü Tamer’in, Cemal Süreya’nın, Edip Cansever’in… Bu isimler değil mi bugün de Türk şiirini ayakta tutanlar? Sezai Karakoç bu isimler ile yaklaşık olarak aynı zamanlarda çıkış yapıyor. Kısa bir zaman içinde de onlardan ayrı bir şiir dili kurmayı başarıyor. Ve Cemal Süreya için söylediği gibi “Biz yan yana akan ve birbirine değmeyen sular gibiydik,” Öyle kaldılar, yan yana aktılar ama hiç onlara değmedi. Daha çok Batı’dan gelen yeni araçlar ve imkanlar üzerinden; müzik, sinema, resim, tiyatro üzerinden yeni bir şiir dili kurmaya çalışıyorlardı. Maneviyatsız, fiziğe hapsedilmiş, seküler bir şiir. İşte Sezai Karakoç bu materyalist karakteri baskın olan şiir havzası içinde kendine ait bir dil kuruyor. İlk dönem şiirleriyle ilgili çokça övgü alıyor. Cemal Süreya’nın, İlhan Berk’in, Ahmet Oktay’ın, sonraki dönemde Gülten Akın’ın söyledikleri… Mesela Balkon yayınlandığında, Köpük, Köşe yayınlandığında, Şahdamar, Körfez, Sesler yayınlandığında ne kadar övdüler, ne çok alkışladılar onu, değil mi?

Sabah Yıldızı’na bakıyordum. O günden bugüne konuşmayan, hakkında söz söylemeyen yok. Şairler zaten söylüyor ama onun dışında yazarlar, öykücüler ve gazeteciler de konuşuyor. 

Öyle ama Sezai Karakoç fikri anlamda tarafını net olarak ortaya koyunca ipler kopuyor. Geleneği, fikri, inancı şiirinden bağımsız ele alamayacağını deklare ediyor. Ki daha sonra Taha’nın Kitabı ile Hızırla Kırk Saat ile artık tamamen yollarını onlardan ayıracak ve kendi mecraında akmaya başlayacak. 

BÜYÜK BİR ŞAİRİN BAŞKA BİR İNANÇTAN OLMASI ÇOK KOLAY HAZMEDİLEBİLİR BİR ŞEY DEĞİL.

Ülkü Tamer’in de poetik kavgası budur. Sadece o tartışmaya dahil oluyor. Önce Edip Cansever Sonra Mehmet Fuat, sonra Ülkü Tamer… 5-6 sayılık bir atışmaları var. Siz ne düşünüyorsunuz bu konu hakkında?

Bu konuda yeni bir şey söyleyecek ehliyette değilim ama şunu biliyorum: Bir Materyalist Şiir yazısı, Edip Cansever şahsında tüm seküler, materyalist şairlere karşı yazılmış bir itiraz ve red yazısıdır. 25 yaşında yazılmış o yazıda Türkiye’nin en güçlü şiir çıkışına meydan okuyor aslında. Eş zamanlı olarak iddiasını da şiir olarak ortaya koyuyor. Medeniyeti, dini şiirine çağırıyor. Artık peygamberler, kıssalar, veliler ve mesnevi diyebileceğimiz yeni tarzlar şiire geri dönüyor. Aslında Sezai Karakoç, sol cenah açısından bu tarafıyla hayal kırıklığı oldu. Bu kadar büyük bir şairin başka bir inançtan olması çok kolay hazmedilebilir bir şey olmuyor onlar için. Biraz da oyunu bozuyor aslında. Çünkü modern şiir dediğimizde mevzu buradan akmaya devam edecekti ve onun özellikleri ve kavramları sonraki nesilleri etkileyecekti, ki etkiliyor. İstenen sadece bu sesin yaşamasıydı. Sezai Karakoç bu görüşten insanlarla aynı dönemde, aynı tarzla şiir yazmış olmasına rağmen o büyük oyununu bozuyor. Bir yarık açıyor.  Üstad aynı zamanda o dönemin resmî ideolojisinin de desteklediği bir şiirin yatağını başka yöne çeviriyor. Dolayısıyla Üstad bir oyunbozandır aslında. Modern kavramlarla geleneği tekrar şiire çağırıyor, şiirde bu kavramları tekrar diriltiyor. Bunu da öyle güçlü ve yetkin bir şekilde yapıyor ki kimse bigâne kalamıyor, kulaklarını tıkayamıyor. Söyleyiş çok güçlü, alt yapı güçlü ve bağlandığı değerler güçlü. Dolayısıyla Üstad’ın şiiriyle açtığı kulvar gittikçe genişliyor. Zaten 60’lardan sonra başlayan fikir yazıları ile artık Sezai Karakoç’un güçlü medeniyet vurgularıyla yeni bir inşa süreci başlıyor. Dolayısıyla bu dönemde artık fikir de hayatında genişçe yer buluyor. Artık bir fikir adamı olarak da meydan okumaya başlıyor.

Sezai Karakoç’la münasebetiniz boyunca, Karakoç’tan duyduğunuz isimler var mıydı? Kimleri tavsiye eder veya hakkında konuşurdu?

Sezai Karakoç yazılarında, şiirlerinde kimi yazıyorsa -bir kavram ve isim haritası çıkarılırsa keşke- günlük hayatında da aynı isimleri konuştuğuna şahit oldum hep. Seza Karakoç’un yazısı, şiiri ve hayatı arasında asla bir tenakuz yoktu. Otururken de mesela Ahmet Haşim vardı, Yahya Kemal’den söz ederdi, Necip Fazıl’ın adı geçerdi. Atıflar yapardı Mevlana’ya, Yunus’a. İslam medeniyetini çok iyi bilirdi Üstad. Fuzuli’ye, Baki’ye, Osmanlı şiir sanatına, edebiyatına hakimdi zaten, oradan beyitler okurdu. Dolayısıyla şiirlerinden sakladığı, yazılarına koymadığı isim yoktu. Çok tutarlı bir hayattı onunkisi hakikaten. Bir rol yoktu hayatında, şurada şunu yazayım da özel hayatımda başka bir isimden bahsedeyim gibi bir şeyi yoktu. 

Vefatından sonrada hep bunun üzerinde duruldu zaten. Kimse sadece şiirinden ya da sadece fikirlerinden bahsetmedi. Sağcısı da solcusu da inançlısı da inançsızı da bir bütün olarak bahsetti.

Öyle. Ben şunu da çok isterim, o hayattayken hassasiyetlerinden dolayı yazılmıyordu, şahsiyetine ışık tutacak anekdotlar, olaylar, hatıralar yazılmalı artık. Onunla uzun yıllar beraber olan ağabeylerimiz, hocalarımız, büyüklerimiz var. Keşke yazsalar anılarını. Yazacaklarını da umuyorum. Sezai Karakoç’a dair anekdotları muhtemelen bundan sonra daha çok duymaya başlayacağız. Çünkü hayattayken onun dostları ve sevenleri, hassasiyetlerini bir şekilde gözetiyorlardı. Bunları özel meclislerde birbirimizle konuşmalar dışında, kimse yazmak, kayıt altına almak gibi bir faaliyete girmiyordu. Ama bundan sonra yazılacaktır inşallah. Elbette mahremiyete ve hassasiyetlerine dikkat ederek.

Sezai Karakoç kılavuzu gelmeli.

Aslında bu geleneğimizde de çok gördüğümüz bir şey, tabakat kitapları var mesela. Biz büyüklerimizi sadece onların yazdıklarından, eserlerinden değil aynı zamanda onlarla ilgili sağlam kaynaklardan ve anlatılanlardan, biraz da siretlerinden, tezakirlerden öğreniriz. Bizim büyüklerimizle ilişkilerimiz özellikle bir şekilde gelenekle, İslam kültür mirasıyla ilişki kurmaya çalışan insanlar olarak biraz bu şekildedir. Diyelim ki, İmam Gazali bütün yazıp ettikleriyle önemlidir ama el-Münkız mine’d-Delal bir biyografi olarak, içindeki gelgitleri anlatması açısından fikrine ışık tutan bir yatak olması bağlamında çok önemlidir. Keza menakıb kitapları önemli şahsiyetleri tanımak için önemli kaynaklardır.

Sezai Karakoç’un gündelik hayatı da hepimizin merak ettiği bir şey aslında. Neler söyleyebilirsiniz bu konuda?

Üstad ile ilgili yanında bulunan, dergicilik yapan ve siyasette onunla beraber yol alan, bütün bu hallerine vakıf olan insanlardan muhtemeldir ki bundan sonra buna dair şeyler okuyacağız. Şu anlamda da en ufak bir şüphe taşımıyorum doğrusu: Bu bilgiler o büyük fotoğrafa bir halel getirir mi? Asla öyle bir şey düşünmüyorum çünkü Üstad hakkında anlatılacak her şeyin zihnimizde yer yer efsaneye dönüşmüş o duruşu güçlendirecek ve gerçek kılacak veriler olacağını düşünüyorum. Zihnimizde dolaşan kavramların daha yerli yerine oturacağını düşünüyorum. Dolayısıyla Sezai Karakoç’un gündelik hayatının yansımalarını yakın olanlar yazar inşallah diyelim. Biz gider gelirdik yanına. Büyük derdinden bağımsız bir hayat görmedik orada. Hayatı bir bütün olarak yaşardı; şiir ve fikir diye bir ayrım yoktu onda. Din ve dindışı alan diye bir ayrım yoktu onda. Zaten İslam’ın bize söylediği de budur aslında. Yazılarında büyük davalardan, ilkelerden dem vurup hayatında bunu göstermemek riyakarlık olurdu zaten. 

SEZAİ KARAKOÇ’U ÖNEMLİ YAPAN MARX’I VEYA HEGEL’İ BİLMESİ DEĞİLDR

Vefatından sonra haber yapılırken “Marx’ı da okurdu şunu da okurdu” yani sanki bizim ona saygı duymamız için Marx’ı okuması gerekiyormuş gibi bir üslup vardı medyada. Entelektüel süreci dışında bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Karakoç bu tarz isimlere nasıl bakıyordu?

Sezai Karakoç, evet, Batı’nın anıt şairlerinden de şiir çevirileri yaptı ki, o bunu yaptığında biz daha çoğunun adını bile duymamışız. Sadece şairlerin değil filozofların da kritiğini yaptı. Sezai Karakoç bize şöyle bir iyilik yaptı: Bunları okudu, hazmetti ve bütün bu okumaların neticesinde onlara çok ciddi eleştiriler yönelterek kitaplarında yer verdi, referans olarak değil. Kendi fikriyatının karşıtları olarak bunlar Sezai Karakoç’un eserinde varlar. Ciddi eleştiriler yöneltiyor. Bizim henüz ismini bilmediğimiz kişileri, -ki çok iyi Fransızcası vardı- orijinallerinden okuyarak bir savunma hattı kurdu. Sezai Karakoç, Müslümanların zihninde bunlara dair barikatlar inşa etti. Okumadık ama Sezai Karakoç’un bu kişilere karşı duruşundan anladık nasıl durmamız gerektiğini. 

Sezai Karakoç’un önemi, Marx’ı veya Hegel’i bilmesi değildir. Kültürel iktidar onun önemli olmasını Marx’ı bilmesine bağlayarak kendi propagandasını yapıyor. Asıl şu cümleler kurulmalı: Siz bunları biliyorsunuz ama Mevlana’yı, Gazzali’yi bilmiyorsunuz. Bunları biliyorsunuz ama Yunus’tan, Süleyman Çelebi’den haberiniz yok. Sezai Karakoç bunları biliyordu evet, ama Sadi Şirazi’yi de Mevlana Cami’yi de Şeyh Galib’i çok iyi biliyordu. Farkı buydu.

Biraz da sizin gözünüzden Diriliş’i konuşsak. Yakından bir tanığı olarak neler söyleyebilirsiniz?

Sezai Karakoç’un diriliş hareketi bir ihya hareketidir. Diriliş kavram olarak Arapça’daki hayy, hayat ve ihyaya bir atıftır. Diri, dirilik, diriltme yani. Batı ile olan hesaplaşmamızın ve yaşadığımız o buhranların neticesinde geçtiğimiz 150 yıl boyunca, 1800’lerin başından itibaren Müslüman aydın ve entelektüel şair yazarlarımızın arayışları olmuştur. Bu olanlar neden oldu, biz neden bu hale geldik, sorusu etrafında düşünmüşlerdir. Aynı dönemlerde, reform sesleri de yükseliyor. Kaynaklara dönüş, öze dönüş isteği vs.… Bütün bir geleneği paranteze alıp asr-ı saadete gitmeyi teklif edenler de çıkıyor mesela. Bu dönemdeki büyüklerimizi hürmetle analım, onların çabaları tarihe mal olmuştur kuşkusuz. Haşa küçümsemek asla haddimiz değildir ama geriye doğru bakınca fotoğraf bu. Biraz da o psikolojik ortam, yaşanılanların insanları bir şeyler yapmaya itmesi var tabii.  Akif’in , Elmalılı’nın, Mustafa Sabri Efendi’nin, Said Halim Paşa’nın, Babanzade Ahmed Naim’in çabaları… O dönemden gelen bir hareket var, İslamcılık diyoruz. Ve burada yer yer, bugünden baktığımızda sorunlu alanlar da tespit edebiliyoruz. Sezai Karakoç bu dönemi okudu, yer yer onlara atıflar da yaptı. Onları anladı ve geliştirdi. Ama Sezai Karakoç’un çabasının adını bir tecdid, reform çabası olarak değil de bir ihya çabası olarak görmemiz gerekiyor. Diriliş kavramının izini sürdüğümüzde karşımıza çıkan kavram ihyadır. Yapacağımız şey bellidir: Geçmişi yok sayarak ya da atlayarak bir yere varamayız. Bu gelenek bizimdir, bu tarih bizimdir, iyisiyle kötüsüyle yanlışıyla doğrusuyla bizimdir diyerek ilerleyebiliriz. Bizim burayla doğru bir münasebet kurmamız lazım. Bu münasebet neticesinde buradaki ruhu kavramamız lazım. Çünkü İslam medeniyet tarihini Üstad, Hz. Âdem ile başlatıyor. Biz insanlığın varisleriyiz, ilk insan aynı zamanda ilk peygamberdir, diyor. Medeniyetimizin temeli vahiydir. Efendimizle kemale eren bu din bir nehir gibi bugüne kadar akmıştır. Zaman zaman bu nehre kirli sular da karışmıştır, bu nehir zaman zaman yatağını da değiştirmiştir, zaman zaman bu nehrin önüne setler ve bariyerler de çekilmiştir, ama akmıştır. Mesele onu akıtan manayı bulmak. O nehri akıtan ruhu bulursak bugün o ruhu hangi kalıpla ifade ettiğimizin çok bir anlamı olmayacak. Dolayısıyla geleneği putlaştıralım, ona kutsallık atfedelim, demiyor. Ama geleneği bir şekilde okuyup, oradaki ruhu kavramamız lazım, ki ihtiyaç duyduğumuz da o ruhtur. Gelenek gelene ek yapmak ise eğer, önce geleni bilmemiz lazım. Biz eğer “bugün ve burada” yaşadığımızın bilincini diri tutabilirsek, gelenekten alacaklarımız bize ciddi anlamda yeni kapılar açacaktır. Aksi halde çok farklı malzemelerle geri dönebiliriz. Ya tekrarlarla geri döneriz, tarihi bir kesiti alıp model olarak ortaya koyabiliriz, ya farklı alanlarda ortaya çıkmış tecrübeleri buraya getirip koyabiliriz. Fikri anlamda donup o dönemde de kalabilir, hiç buraya gelmeyebiliriz de. Oraya gitmeli, orayı okumalı, anlamalı, ona sorular sormalı, hatta eleştirebilmeliyiz. Çok güzel bir cümlesi vardır üstadın:” Geleneğe gidip bugünkü sorulara oradan cevaplar bulursak ne ala, bulamazsak bu çok daha iyi, çünkü bize yeni bir iş çıkmış oluyor.” Dolayısıyla Sezai Karakoç’un Diriliş hareketini İslam dünyasının farklı yerlerinde ortaya çıkan hareketlerden –onlara saygı duymakla birlikte- farklı kılan budur. Geleneği yerli yerine oturtmak, onu kutsamadan sevmek, İslam medeniyet birikimini bir veri kabul etmek, bu birikimi bugünün diliyle ve üslubuyla nasıl diriltebileceğimize gayret etmek. Ve buradan konuşmak.

Kulağınızı yaşadığınız yere yapıştırınız diye bir sözü vardı galiba.

Kulağı hep buradadır, tarihtedir, gelenektedir, onu buraya nasıl tercüme edebileceğinin, o ruhu bugün insanlara nasıl aktarabileceğinin derdindedir. Sezai Karakoç’un gelenekle ilişkisi çok doğal bir ilişkidir. Yapıntı değil, sahte değil, kurgu değil. Sahihtir, samimidir. Hatta bunu bazen anlayamıyoruz bile. “Size Ahmet Yesevi’den söz edeceğim, Yunus şöyle demiş” demez. Ama öyle bir ilişki kurmuş, öyle sindirmiş ki onu adeta damarlarında bir kan halini almış. Dolayısıyla konuşurken gelenek konuşuyor aslında. Bu yüzden kolaylıkla onun ismini Yunus’un isminden sonra anabiliyoruz ve bu hiç sırıtmıyor. Onunla Fuzuli arasında rahatlıkla bağ kurabiliyoruz. Keza Sadi Şirazi, Süleyman Çelebi, Akif, Necip Fazıl… rahatça bağını kurabiliyoruz bunlarla. Çünkü Sezai Karakoç’un etkilenmesi tabiiydi. Bu tabiilik üslubuna da yansıdı. Kur’an ve Sünnet ile kurduğu ilişki de böyledir. Kur’an ve Sünnet Sezai Karakoç’ta “size bir ayet okuyacağım, hadis aktaracağım” şeklinde durmuyor. “Efendimiz as. buyurdular ki” diye başlamaz. O kadar ki yer yer biz ayetin nerede başladığını nerede bittiğini bilmiyoruz. Hadis-i Şerif’i nasıl eritti bu üslubun içinde anlayamıyoruz. Bundan mahrum olan birileri o yüzden Hızırla Kırk Saat üzerinden böyle ucuz polemikleri yapabiliyor. Çünkü o şunu bekliyor; ayeti okuyup altında yorumu yazacak. İşte bu geleneği içselleştirmektir. Üslubunun bir parçası haline getirmek ve kendisini de onun bir parçası haline dönüştürmektir. Sezai Karakoç’ta din dili, Kur’an ve sünnetin izleri keşke ilahiyatçılar çalışsa. Bunun izi sürülse, kavramlar haritasına bu gözle bakılsa, muazzam yeni bir din dili geliştirdiği de ortaya çıkaracaktır. 

Son dönemde Karakoç ne okurdu?

Hiç bilmiyoruz bunu. Bilmeyiz ama son ziyaretlerinden birinde şair Ahmet Murat ile gitmiştik. Orada söz döndü dolaştı Ahmet Haşim’e geldi ve dedi ki bizlere “Haşim’in Müslüman Saati, ne güzel bir yazıdır” dedi. Sonra, biriniz bulun bu yazıyı da, okuyun bize, dedi. Bir arkadaş buldu, yüksek sesle okudu. Üstad pür dikkat, yer yer “muazzam, muhteşem” diyerek, arada tashihler de yaparak dinledi. Benim için tatlı bir anekdottur. Bu yazıya özellikle ayrı bir dikkatinin olması. Yazı bitince bunu; Müslüman, zaman ve saat ilişkisi bağlamında değerlendirip bir şeyler söyledi.  Ne okuduğunu pek bilmiyorduk. Son 33 yıldır ne yazdığını da bilmiyoruz doğrusu. Son yayınlanan şiiri “Ağustos Böceği Bir Meşaledir” 1988 yılında yayınlanmıştı. Umarız bu dönemde yazdıkları da ortaya çıkar. Çünkü bir şairin şiir yazmadan duramayacağını biliyoruz. Yazıyı bu kadar seven, içselleştiren, ona bu kadar önem veren birisi, hayatının son 30 yılında hiç mi bir şey yazmadı? Mümkün değil. Çıkacaktır tabii arşivi. Terekesi inşallah hassasiyetleri gözetilerek yayınlanır. 

Son zamanlarda Sezai Karakoç’tan duyduğunuz bir tavsiyeyi istesek sizden?

Ondan değil de bir kitabından aldığım bir tavsiyeyi paylaşayım ben. Bana göre onu anlatan bir cümledir, şahsiyetini sanatını fikrini vesaire kuşatan bir cümledir: “Müslüman, İslam’ı öyle sağ ve diri, canlı yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin” Ben bunu bana söylediğini varsayıyorum. Müslüman İslam’ı yaşa diyor. Çok konuştuk çok yazdık, asıl olan yaşamaktır. Öyle diri öyle canlı yaşa ki öyle üzerinde güzel dursun ki insanlar sende dirilsin. Malum, Hz. Ömer r.a. bir gün Efendimizi öldürmeye gidiyor ama onu öldürmeye giden Ömer onda diriliyor. Oraya kafir Ömer gidiyor ve İslam’ı üzerinde en güzel taşıyan, bir ahlak timsali Efendimizi görünce onu öldürmeye giden onda diriliyor ve Hz. Ömer oluyor. Burada da geleneği yepyeni bir ifadeyle görüyoruz. Bir gün Hz. Ömer, Efendimizi öldürmeye gitti, şöyle oldu veya böyle oldu demiyor. Kendi üslubuyla onu yeniden söylüyor. Son sözlerimiz de bunlar olsun.

Posted in Genel